Siyaset özelde insana, genelde millete fedakarca hizmetin demokratik vasıtasıdır.
İnsandan anlayan insan olmak, insanlığın içinde insanı bulup çıkarmak için siyaset bir yoldur.
Siyasetçi ise hem milletin gönlünü hem de Allah’ın rızasını kazanmakla mükelleftir.
Biz de diyoruz ki, mukaddesatı çiğneyenden namuslu bir siyaset adamı olmaz, hainden siyasetçi olamaz, gerçek bir siyasetçiden hain çıkamaz, ihanetin siyasetinden asla söz açılamaz.
Siyaset, suç ve suçlunun sığınma kampı, barınma alanı, saklanma ve palazlanma sahası sayılamaz.
Bu nedenle teröriste destek veren, terörün izinden giden, askerimize, polisimize, masum insanlarımıza saldıran ve kurşun atanlarla can ciğer kuzu sarması olan eniği cücüğü kim varsa siyasetin değil bizatihi adaletin ve hukukun konusudur.
Teröriste terörist diyemeyenler, bölücü terör örgütüyle arasına duvar öremeyenler siyasetçi olmadığı gibi bu vatanın, bu milletin gerçek evlatları da olamazlar.
Terörist Demirtaş’a sahip çıkmanın insani bir görev olduğunu açıklayan CHP Genel Başkanı, Allah için bize söylesin, bu açıklamayı yapmak insanlık mıdır? İhanete methiyeler düzmek şerefli bir tavır mıdır?
Bir teröriste adaletsizlik yapıldığını söylemesi insanlık değerleriyle, hukuk ilkeleriyle nasıl tevil, nasıl tarif edilecektir?
…
Genel Başkanımız Sayın Devlet BAHÇELİ’nin, Siyaset ve Liderlik Okulu’nun 17. Dönem Sertifika Töreni’nde yapmış oldukları konuşma
Aziz Dava Arkadaşlarım,
Değerli Hanımefendiler, Beyefendiler,
Sertifika Almaya Hak Kazanmış Değerli Kardeşlerim,
Sayın Basın Mensupları,
Siyaset ve Liderlik Okulu’muzun 17’inci Dönem Sertifika Töreni vesilesiyle bir araya gelmiş bulunuyoruz.
Sözlerimin hemen başında hepinizi sevgi ve saygılarımla selamlıyorum.
Ekranları başında bizleri takip eden değerli vatandaşlarımıza en içten selam ve hürmetlerimi iletiyorum.
Eğitimin hayat boyu devamına inanan birisi olarak Siyaset ve Liderlik Okulu’muzun faal halde bulunmasına, faaliyetlerinin kesintisiz yürütülmesine büyük bir önem veriyorum.
Yaktığımız meşale inanıyorum ki geleceği aydınlatacak, geleceğin kuytu köşelerine ışıklar salacaktır.
En azından beklentim, ümidim ve halisane temennim budur.
Siyaset yalnızca teorik kalıp ve şablon kavramlarla açıklanamaz.
Siyaset yalnızca kitabi ifadelerle, donmuş ve katılaşmış kaidelerle anlaşılamaz.
Her şeyden evvel siyaset statik değil dinamik bir süreçtir.
Bu tespiti yaptıktan sonra, ister istemez şu sorular aklımıza takılacak ve karşımıza çıkacaktır:
Hayat mı siyaseti değiştirir? Yoksa siyaset mi hayatı değişime uğratır?
İki soruya da evet cevabı veriyorsak, o halde hangisi daha baskındır?
Elbette bu soruya herkesin şahsi ya da sosyal niteliklerine göre vereceği cevaplar vardır, bu da son derece doğaldır.
Evvelemirde şu saptamayı yapmamız ayaklarımızın yere basmasını tahkim ve takviye edecektir: Hayatsız siyaset boş bir levha, siyasetsiz hayat temelsiz bir binadır.
İkisi de birbiriyle iç içedir.
Siyaset, aklın rehberliğinde hayatın somut gerçekliğinde belirmiş düğümlerin çözülmesidir.
İbn-i Haldun siyaseti tarif ederken hem akla hem de bekaya vurgu yapmıştır.
Bir diğer anlatımla siyaset, hayatın olağan veya olağanüstü akışı sırasında, yığınak yığınak biriken karmaşık sorunların her insanı sürüklediği çıkmaz sokaklardan kurtarma becerisinin kuvveden fiile geçmesidir.
Siyaset daha iyi, daha güvenli, daha dengeli ve daha gelişmiş bir hayatın fazilet ve fikir mihverinde formüle edilmesi, müteakiben de tatbik ve temin erdemidir.
Ne siyasetsiz bir hayat, ne de hayatsız bir siyaset mümkündür.
Hayat bedense, siyaset bu bedende dolaşan kandır.
Bu zaviyeden baktığımızda usta kalemimiz Peyami Safa’nın dediğine kulak vermemiz gerekmektedir: Nitekim ona göre siyaset mecburiyettir.
Hayat ise Allah’ın insana bahşettiği bir ikramdır.
Bu ilahi ikramın nasıl ve ne şekilde kullanılacağı ilk önce bir karar ve kalp işidir.
Meselenin can alıcı noktası ve siyasetin devreye girdiği aşama da buradadır.
Esasen siyaset ve hayatı birbirinden ayırmak, ayrı görmek mümkün ve muhtemel olmadığı gibi, tam tersi bir tasavvur ve teşebbüs yanlış sonuçlara kapı açacaktır.
Meşrutiyet yıllarının ve Cumhuriyet döneminin meşhur siyasetçilerinden ve gazetecilerinden birisi olan Hüseyin Cahit Yalçın’ın “Tanıdıklarım” isimli eserine bu aşamada göz atmak ve mezkur eserdeki bir değerlendirmeyi gündeme taşımak kanaatimce yararlı olacaktır.
Merhum Yalçın şöyle demişti:
“Eski devrin garip bir hususiyeti vardır. Bütün kabiliyetler ve zekalar dönüp dolaşıp siyasete geliyorlardı. Siyaset uyanık mütefekkirlerin hepsi üzerinde bir mıknatıs tesiri görüyordu.”
Bu görüşte tezahür eden iki boşluğun derhal doldurulması lazımdır.
Bütün kabiliyet ve zekaların dönüp dolaşıp siyasete gelmesi sadece eski devrin bir hususiyeti değildir.
Bahse konu bu hususiyet zamanlar üstüdür.
Bir diğeri de şudur: Siyaset bir tek uyanık mütefekkirleri çeken bir alan olarak görülemeyecektir.
Avcı ve toplayıcı ilkel bir insanın dahi adını koyamadığı, kavramsallaştırmaktan aciz kaldığı bir siyaseti veya siyaset dürtüsü vardır ve bilinmektedir.
Siyasetin kaynağı bizatihi hayat ve bu hayatın içinde anlam ve varlık bulan insandır.
Hayata ve sahaya inememiş, bir damar bulup girememiş, tıpkı olgunlaşmış bir meyvenin yere düştüğü gibi gönüllere düşememiş bir fikrin siyaset kalıbına dökülmesi, insanları peşinden sürüklemesi neresinden bakarsak bakalım eşyanın tabiatına terstir.
Büyük düşünür ve edebiyatçımız Ahmet Hamdi Tanpınar’ın aynen dediği gibi, bunun nedeni de, bazı kapıların bize kapalı görünmesi önünde değil, arkasında durduğumuz içindir.
Nerede durduğumuzu, nasıl duracağımızı, açılmasını beklediğimiz kapıların neresinde durmamız gerektiğini bize ihsas ve işaret eden siyasettir, daha doğrusu bununla mündemiç siyasi akıldır.
Sırf siyaset yapmak için siyaset yapıyor olmak, yani ahlaki değer ve maneviyattan uzak kalmak; İbn-i Sina’nın “hiç kimse görmek istemeyen cahil kadar kör değildir” sözündeki cehalet tasviriyle bir ve aynıdır.
Ahlakı ve maneviyatı olmayan hiçbir şey sürdürülebilir değildir.
Siyasetin de bir ahlakı, bir aklı, manevi bir çatısı muhakkak surette vardır ve olmalıdır.
Aksi halde siyaset ve icracısı olan siyasetçi en sert kavgaların, en şedit karışıkların, en çetin krizlerin hem müellifi hem de müşterisi olmaktan yakasını kurtaramayacaktır.
Bu durum bir tuzaktır, derin bir uçurumdur, dibinde ne olduğu bilinmeyen karanlık bir kuyudur.
Bazı siyasi zihniyetlerin hali pürmelali tıpkısının aynısıyla budur.
Bu tip siyasi anlayışlar yozlaşmakla kalmamışlar, düştükleri uçurumun farkına varamadıklarından dolayı da yanlışa gömülmüşlerdir.
Yine Ahmet Hamdi Tanpınar’ın bir sözünü özellikle paylaşarak herkesin payına düşeni alması temennisindeyim:
“Cahilsin; okur, öğrenirsin. Gerisin, ilerlersin. Adam yok; yetiştirirsin, günün birinde meydana çıkıverir. Paran yok; kazanırsın. Her şeyin bir çaresi vardır. Fakat insan bozuldu mu, bunun çaresi yoktur.”
Hamd olsun hiçbir insanımız bozuk değildir.
Çünkü fıtrat sağlamdır, kan sağlamdır, maya sağlamdır, meşrep sağlamdır, mizaç sağlamdır. Ve bu haliyle de bir Türk dünyaya bedeldir.
Bozuk olan, bozgunu kaçınılmaz görülen sadece ve sadece üç beş zillet partisinden ibarettir.
Duruşu yanlış olanın siyaseti doğru olamaz.
Yanlış siyasetin haysiyetinden ve hizmetkarlığından bahsedilemez.
Mantık süzgecinden geçmemiş, feraset imbiğinde damıtılmamış, samimiyet sınavını verememiş, vatanseverlik ve milletseverlik barajından geçememiş bir siyaset biçimi gerçek manada siyaset değildir, insanımıza da hiçbir hayrı dokunamayacaktır.
Türkiye’nin aleyhine siyaset içinde olanlar çarpacak sahil arayan dümeni kırık metruk tekne gibidirler.
Riskin içindeki fırsat cevherini bulmak, ufkun ötesindeki umut adasını görmek, her şeyden evvel bir maharettir, bir marifettir, son tahlilde bir basirettir.
Basiret yoksunu bir siyaset zihniyeti pek çok badire ve belaya çanak tutacak ve ortam açacaktır.
Dikkat edilmesi, uyanık olunması gereken mühim tehlike de budur.
Basiret, hayatı ve siyaseti doğru okumaktır.
Başka bir ifadeyle, görünenin ve gösterilmek istenenin diğer yüzlerini ya sezgiyle ya da bilgiyle kavramak demektir.
Ekonomi politik alanında kayda değer çalışmalar yapan Alman düşünür ve sosyolog Max Weber, “Meslek Olarak Siyaset” isimli eserinde, siyasetçide bulunması gereken üç özelliği vurgulamıştır:
Bunlardan birincisi basiret, ikincisi tutku, üçüncüsü de sorumluluk duygusudur.
Aynı şekilde asırlar evvel gerek Nizamülmülk’ün gerekse de Yusuf Has Hacib’in basiretli kararlar alınmasıyla ilgili görüşleri; bugün bile yol gösteren, bizlere ilham veren müstesna değerlendirmeler arasındadır.
Basiret ile bekanın sınır hatları pek çok yerde birbiriyle çakışmaktadır.
Basiretsiz siyasetçinin, basiretten mahrum bir siyasetin bozgunda fetih rüyası görmesi, zillette gelecek hayali kurması çarpıklık olduğu kadar akıl tutulması ve ahlaki tükeniştir.
İradesini yabancıların emanetine bırakmış, istikbalini Türkiye düşmanlarının eline ve emeline teslim etmiş siyasi devşirmelerin kafa ve vicdan hürriyetleri de maalesef askıya alınmıştır.
2’inci Abdülhamid döneminde, Maarif ve Ticaret Nazırlığı görevlerini de deruhte eden Münif Paşa’nın dediği gibi, insanda hürriyet olmazsa şahsiyet de temeyyüz etmeyecektir.
Türkiye’nin siyaset ve demokrasi hayatının en ciddi sorunlarından birisi muhalefetin şahsiyet ve basiret yoksunluğudur, mahut sorun günden güne yoğunluk kazanmaktadır.
Şahsiyet yoksa şuur da yoktur.
Şuursuz bir siyaset çamurluktur, çirkinliktir ve çürümüşlüktür, kendi kendini yiyip bitiren organizma neyse tek kelimeyle odur ve aynısıdır.
Milli ve ahlaki siyasetin yol haritasını takip eden meziyet ve inanç sahibi insanlar, ürettikleri değerlerle, geride bıraktıkları eserlerle hatırlanıp hürmetle yad edilirler.
Bunun haricinde, yalancıların maşeri vicdanda yeri olamaz.
Müfterilerin, müptezellerin ve ihanetle ağız birliği yapan müflislerin milletimizin ne bugününde ne de geleceğinde söz ve yetki sahibi olması düşünülemez.
Hayat ve siyasetin merkezinde, inandığı gibi yaşamayanlar, bir süre sonra yaşadıkları gibi inanmaya başlayacaklardır.
Bu durum bir sapmadır, bir savrulmadır, ağır bir sakatlıktır.
Güven vermeyen, gücünü milletten ziyade millet dışı aktör ve küresel mihraklardan aldığını zanneden, böylesi bir uyduluğa, böylesi bir teslimiyete, böylesi bir sömürüye istekli ve iştahlı olan siyasetçiler ruhen iflas etmiş, esasen zilletini dibini boylamışlardır.
Bunlar aslında kamyon farını görüp olduğu yerde çakılan tavşan gibidir.
Bunu söylerken sayısız hadisenin bileşkesinde somutlaşan tecrübi aklımızın ve imanla çarpan kalbimizin hissiyatından, bunun yanında olgunlaşmış ve objektif bir içerik kazanmış siyaset ahlakımızdan feyiz aldığımız herkesçe bilinmelidir.
Bizim irademizin kaynağı Türk milleti, himaye edenimiz ise Cenab-ı Allah’tır.
Bizim için siyaset yıkımın ve yozlaşmanın kılıfı değil, millete hizmetin onuru ve omuz başıdır.
Dışımız alemle, içimiz de Allah’la beraberdir.
Büyük şairimiz Arif Nihat Asya diyor ki; ışığı önüne al, yürü! Gölgen arkadan ister gelsin, ister gelmesin.
Yürüyoruz geleceğe, yükseliyoruz gün geçtikçe.
Bıraktık gölgeleri arkamızda, bakıyoruz parlak ufkun ardına.
Gölge oyunun oyuncuları bizim siyasetimizi anlayamaz.
Çadır tiyatrosunun meddahları bizim duruşumuzu algılayamaz.
Siyasetin özü irade, öznesi insandır.
Ve insan yaratılmışların en şereflisi olmasının yanı sıra, değişime, gelişime açık bir varlıktır.
Biz siyasetin geleceğini düşünüyorken, aynı anda geleceğin siyaset yapma şartlarını, gelecekteki siyaset mizanını bugünden araştırmak, analiz etmek, üzerinde gece gündüz düşünmek mecburiyetindeyiz.
Çünkü biz saman alevi değiliz.
Çünkü biz sabah açıp akşam solanlardan değiliz.
Geleceğin siyasetini tartışmak demek bununla mündemiç insanı ele almak, zamanın ruhuna nüfuz edip çağın akış istikametini öngörmek demektir.
Değerli Dava Arkadaşlarım,
Muhterem Hanımefendiler, Beyefendiler,
Şems-i Tebrizi’nin şu sözü ne kadar da yerinde, ne kadar da isabetlidir:
“Esas kirlilik dışta değil içte, kisvede değil kalpte olur. Onun dışındaki her leke ne kadar kötü görünürse görünsün, yıkandı mı temizlenir, suyla arınır. Yıkanmakla çıkmayan tek pislik kalplerde yağ bağlamış haset ve art niyettir.”
Haset, hırs, kötü niyet siyaseti kire bulayan, siyasetçiyi de yanlışa sürükleyen beşeri defolardır.
Hırsına yenik düşenlerin ortak özelliği egolarının azgınlaşmasıdır.
Osmanlı Ayan Meclisi Reisi Ahmet Rıza Bey, “Batı’nın Politik Ahlaksızlığı” isimli kitabında bu çerçevede bakınız neler demişti:
“Siyasetin şekli çok gelişmişse de hedefi daima haset ve egoizm olarak kalmıştır. Yani İslam ülkelerinin zaptı, onların servetlerinin gaspı, kudretlerinin yok edilişi Batı siyasetinin tek hedefi ve temeli olmaya devam etmiştir.”
Meşhur Filozof Bacon da şu tespiti yapmıştı:
“Egoist odur ki, yumurtasını pişirebilmek için komşusunun evini yakandır.”
Egoizm bir hastalıktır, dahası psikolojik bir hasardır.
Bu hastalığa yakalananlar yüksek bir hedefe bağlanamaz.
Bencilliğin esiri olanlar, nefsine boyun eğenler, siyaseti çıkar ve ikballerinin aracı yapanlar ne ülkesine ne de milletine yürekten muhabbet duyamaz.
Kalbi temiz olmayanın siyaseti kirlidir.
Türkiye’nin talihsizliği bu kirliliğe maruz ve muhatap kalmasıdır.
Ne var ki, tam da Şemzi Tebrizi’nin söylediği gibi, “ne yapalım kaderimiz böyle” deyip boyun bükmek cehalet göstergesidir.”
Çok şükür cahillerden olmadık, buna da asla niyetimiz yoktur.
Mücadelemiz, dirayetimiz, direncimiz, inancımız mensubiyetinden gurur duyduğumuz Türk milletinin var oluş gayesine hizmet, Türkiye’nin tarihsel devamlılığına sonuna kadar destektir.
Cemil Meriç, “vatan haininden aydın olmaz” diyordu. El hak doğru söylüyordu.
Devamında, aydın olmak için önce insan olmanın önemine temas ediyordu ve ona göre insan mukaddesi olandı.
Siyaset özelde insana, genelde millete fedakarca hizmetin demokratik vasıtasıdır.
İnsandan anlayan insan olmak, insanlığın içinde insanı bulup çıkarmak için siyaset bir yoldur.
Siyasetçi ise hem milletin gönlünü hem de Allah’ın rızasını kazanmakla mükelleftir.
Biz de diyoruz ki, mukaddesatı çiğneyenden namuslu bir siyaset adamı olmaz, hainden siyasetçi olamaz, gerçek bir siyasetçiden hain çıkamaz, ihanetin siyasetinden asla söz açılamaz.
Siyaset, suç ve suçlunun sığınma kampı, barınma alanı, saklanma ve palazlanma sahası sayılamaz.
Bu nedenle teröriste destek veren, terörün izinden giden, askerimize, polisimize, masum insanlarımıza saldıran ve kurşun atanlarla can ciğer kuzu sarması olan eniği cücüğü kim varsa siyasetin değil bizatihi adaletin ve hukukun konusudur.
Teröriste terörist diyemeyenler, bölücü terör örgütüyle arasına duvar öremeyenler siyasetçi olmadığı gibi bu vatanın, bu milletin gerçek evlatları da olamazlar.
Terörist Demirtaş’a sahip çıkmanın insani bir görev olduğunu açıklayan CHP Genel Başkanı, Allah için bize söylesin, bu açıklamayı yapmak insanlık mıdır? İhanete methiyeler düzmek şerefli bir tavır mıdır?
Bir teröriste adaletsizlik yapıldığını söylemesi insanlık değerleriyle, hukuk ilkeleriyle nasıl tevil, nasıl tarif edilecektir?
Arif Nihat Asya’nın, “duvarda gedik açmaya bir taşın eskimesi yeter” sözü, anlamlıdır, üzerinde düşünmek lazımdır.
Taşın sadece eskimesi değil, Sadri Maksudi Arsal Hocamızın dediği üzere, “bir taşın çekilmesi de duvarın yıkılmasına yol açabilecektir.”
Türkiye’de; yalan, riya ve nifakı siyaset üslubu haline getirenlerin amacı önce hisarımızda gedik açmak, sonra küresel efendileri namına kaleyi içten teslim almaktır.
Tehdit ve tehlike bu kadar yakındır.
İbn-i Rüşd diyordu ki, “insan beyni değirmen taşına benzer. İçine yeni bir şeyler atmazsanız kendi kendini öğütür.”
Üzülerek görüyorum ki, bazı siyasetçilerin beyni kendi kendini çoktan öğütmüş, bunun yanı sıra vicdan ölümleri de maalesef gerçekleşmiştir.
Bunları uyarıyorum, kontrol edilemeyen her şey insan için tehlikelidir.
Osman Hamdi Bey, 1906 yılında tuval üzerine uyguladığı yağlı boya çalışması ile “Kaplumbağa Terbiyecisi’ni resmetmişti.
Türkiye’nin karşısında toplanan siyaset temsilcilerini de, tıpkı Kaplumbağa Terbiyecisi’ne benzer şekilde, Türk milleti terbiye edecek ve sonuçta da bütünüyle tasfiye işlemiyle cezalandıracaktır.
Türk milletinin kutlu iradesinden ve tarihi ihtişamından bihaber olanların ağızlarından düşürmedikleri narkozlu demokrasi nakaratları, gerçekte demagojinin namesidir ve her şey gün gibi ortadadır.
Bunların siyasetlerinde ahlak yoktur, millet yoktur, vatan yoktur, dürüstlük yoktur, gelecek yoktur, vatandaşlarımıza huzur yoktur.
Karamsarlık aşılamaları, kötümserlik yaymaları kesinlikle tutmayacak, hiç kimse de itibar etmeyecektir.
Halil İnalcık Hocamızın dediği gibi, karamsarlık korkaklıktır, Türkiye büyüktür.
Bu büyüklük karşısında gözleri kamaşanlar, ödleri patlayanlar elbette hesap vereceklerdir.
Türk milletinin gücünü görecekler.
Türkiye’nin zirveye tutunduğuna şahit olacaklar.
Küresel tertipler boşa çıkacak.
Bölücü terör örgütünün kafası ezilecek.
Bir kere yükselmiş al bayrak asla inmeyecek.
Ne diyordu aziz Atatürk; “bir gün ressamlar Türk’ün simasını kaybederlerse, yıldırımı alsınlar yapıversinler.”
Fikir kubbelerimizden olan Hüseyin Nihal Atsız’ın tam da söylediği gibi:
Biz Turfanı yarattık uyku uyurken Batı,
Nuh doğmadan kişnedi ordularımızın atı.
Sorsan şöyle diyecek gök denilen şu çatı:
Türk gücü bir yıldırım, Türk bilgisi bir deniz.
Bizi toprağa gömseler de tohum olup çıkarız, fidan olup açarız, dünya yeni baştan kurulsa altı Türk bir araya gelir; birisi Atilla olup yeryüzünü kırbaçlar, birisi Bilge Kağan olur devlet kurar, birisi Alparslan olur fethe çıkar, birisi Osman Gazi olur cihanı kavrar, birisi Fatih olur Bizans’ı yıkar, birisi de Mustafa Kemal Paşa olur Kocatepe’den istiklalin çağrısını yapar.
Şirazlı Sadi’nin aynen ifade ettiği gibi, denize düşenin yağmurdan korkusu olmaz.
Ülküsünde eriyen bir dava insanının da hiç kimseye de eyvallahı olamaz.
Muhterem Dava Arkadaşlarım,
Değerli Hanımefendiler, Beyefendiler,
Fikir demek hayat demektir, siyaset demektir, duruş demektir, duyuş demektir, durgunluğu aşan hareket demektir.
İbn-i Rüşd’ün deyimiyle, fikirlerin kanatları vardır, kimse insanlığa ulaşmasını engelleyemez.
Milliyetçi-Ülkücü Hareket’in fikir ve düşünce kalibresi geniş, bu uğurda kalem oynatan, kelimelere ruh katan, deyim yerindeyse emeğiyle yüreğini birleştiren münevver isimleri de sayıca ve seciye itibariyle zengindir.
Hürmetle ve rahmetle andığımız o büyük isimler, Farabi’nin ifade ettiği gibi, düşünmeyi ruhun kendi kendisiyle konuşması olarak da değerlendirmişlerdi.
Geleneğin içinden gerçeği tıpkı bir simyacı gibi bulup çıkaran, bunu da sistematik hale getirip önümüzü aydınlatan fikir insanlarımıza çok şey borçlu olduğumuz unutulmamalıdır.
Onlar geleceği uzaktan seyretmediler.
Dünden öğrendiler, yaşadıkları zamanda harekete geçtiler, hitamında da istikbalin düşünce koordinatlarını, milletimizin ve medeniyetimizin yol haritasını şuurlarının mürekkebiyle çizdiler.
Hedefe ulaşmak için ilk adım önemlidir, sonrasında da bu hedefe odaklanmak şarttır.
Bir ülkü sahibi olan Ülkücünün yaptığı, yapması gerekeni de budur.
Var olmakla varlıklı olmak arasındaki ayrımın, değerli ile önemli arasındaki farkın tefriki şayet doğru yapılırsa ileriye doğru atılan her adım bizleri biraz daha hedeflerimize yaklaştıracaktır.
Özellikle sertifika alan kardeşlerime diyorum ki, yolu olmayan mecralardan gitmeyi göze alınız ki, bastığınız her yerde ayak iziniz kalsın.
Neyi aradığınızı biliniz ki, bulduğunuzu anlayabilesiniz.
Gideceği yeri bilmeyene hiçbir rüzgâr yardım edemez.
Uzun mesafelere ulaşmanın sırrı yakın mesafeleri aşma beceresinde gizlidir.
Bir dava insanı asla vazgeçmez, asla geri durmaz, asla hadiseleri edilgen ve pasif bir şekilde takip edemez.
Çünkü dava insanı hayatın da, siyasetin de, sevdasının da aktif neferidir, böyle de olmak durumundadır.
Biliniz ki, kaybettiğinizde değil vazgeçtiğinizde yenilirsiniz.
Adı gibi hayatı olan büyük Hünkarımız Yıldırım Beyazıt’ın aynen ifade ettiği gibi, yenileceğinden korkan daima yenilecektir.
İmam Gazali’den esinlenerek diyorum ki, çok işte çırak olacağınıza bir işin uzmanı olmalısınız.
Mücadelenize, milletinize, ülkülerinize her zaman inanmalısınız.
Arif Nihat Asya’nın mülahazasıyla söylersem, inanmak basamakların çıkamadığı yere kanatlarınızla tırmanmaktır.
Her mücadele yeni bir keşif, yepyeni bir atılım demektir.
En kalıcı keşif ise yeni bir gönüle girmektir.
Bizim muradımız, muteber arzumuz her zaman ve her zeminde gönüller yapmak, gönüller kazanmaktır.
Çünkü bizim hareketimiz bir gönül hareketi, bir sevda seferberliğidir.
Biz her yaptığımızı gönlümüzde hissediyoruz.
Biz tarihin derinliklerinden öyle bir mefkureyi kucaklayıp gelen milletiz ki, gökyüzünün çadırımız, yeryüzünün yatağımız, güneşin de bayrağımız olduğuna inandık ve hep bunu haykırdık.
Bu mefkûreyi Türk-İslam medeniyetinin mehabet ve muvaffakiyet merkezi yapacak yüksek iradesi de büyük Türk milletidir.
Bazı icazetli ve iradesiz siyaset temsilcileri köşeye sıkışınca fikir ve düşünce hayatımızın mimarlarına yalandan sahip çıkıyorlar.
Zaman zaman, Ziya Gökalp, Mümtaz Turhan, Erol Güngör ve Mehmet Eröz’e atıf yapıp suçluluk psikolojilerini bastırmaya çalışıyorlar.
Siyaset biliminde tanımı yapılan, işlevsel adaptasyon sürecini yaşıyorlar. Anlayacağınız, inanmıyorlar, ama buna da hissettirmeden uyum göstermeye çabalıyorlar.
Halbuki yırtıkları yama tutmuyor, siyasetleri sözlerini teyit etmiyor.
Biliyoruz ki, çelişkide bocalayanlar yanlışı savunacak gerekçeyi çok kolay bulacaklardır.
Kafası karışık olanların kararları da karmaşıktır.
Milliyetçi olmak önce yaşamakla, önce özümsemekle, önce hissetmekle mümkün olacaktır.
Yüzeyde milli, dipte kozmopolit, sözde milliyetçi özde işbirlikçi olanların ne Ziya Gökalp’i, ne Mümtaz Turhan’ı, ne de Erol Güngör’ü ağızlarına almaya yürekleri yetecektir.
Üç günlük siyasi ömürlerine bakmaksızın, mazisi yarım asrı aşan Milliyetçi-Ülkücü Hareket’le aşık atmak, boy ölçüşmek hiç kimsenin harcı olamaz, haddi olamaz, buna ahlakları kafi gelemez.
Günlerden bir gün ulu bir çınar ağacının yanında bir kabak filizi boy gösterir.
Bahar ilerledikçe kabak, çınar ağacına sarılarak yükselmeye başlar.
Yağmurların ve güneşin etkisiyle hızla büyür ve neredeyse çınar ağacı ile aynı seviyeye ulaşır.
Kabak filizi bir gün çınara, sen kaç ayda bu hale geldin? diye sorar.
Çınar, eli yılda geldim, cevabını verir.
Bunun üzerine kabak gülerek çiçeklerini sallar ve “ben neredeyse iki ayda seninle aynı boya geldim” sözleriyle çınarı küçümser.
Sonbahar gelip çattığında kabak yavaş yavaş üşümeye başlar.
Sonra yapraklarını düşürmeye, soğuklar arttıkça da kurumaya yüz tutar.
Bunun üzerine telaşla çınara sorar: Neler oluyor bana, söyler misin?
Çınar cevap verir: Ölüyorsun.
Kabak tekrar sorar: Neden?
Sonunda çınar der ki: Benim elli yılda geldiğim yere iki ayda gelmeye çalıştın da onun için.
Bizim 53 yılda geldiğimiz mevkie birkaç yılda geleceğini düşünenlerin sonu kabaktır, kabağın akıbetiyle aynıdır.
Geçmişleri bugünlerine kefil olamayanların fikir ve düşünce hayatımızın mümtaz isimlerini istismara yeltenmeleri, onları dillerine dolamaları kendilerini aklamaya, temize çıkarmaya yetmez, bu terazi bu sıkleti çekemez.
Değerli Dava Arkadaşlarım,
Muhterem Hanımefendiler, Beyefendiler,
Bizim gücümüz milli birliğimizin sağlamlığı kadardır.
Dağılırsak, atalete düşersek, zaafa uğrarsak, birbirimizle uğraşırsak, birbirimizin kuyusunu kazarsak, birbirimizin yurdu olmak yerine uçurumu olursak ayakta kalamayız, tarihsel varlığımızı koruyamayız.
Görüyorsunuz etrafımız fitne kuşatması altındadır.
Yunanistan Başbakanı Miçotakis’in, Bodrum açıklarındaki adalara gelme kararı aleni bir tahriktir, nitekim her ihtimali gündeme taşıyan bir provokasyondur.
Bu şahsın Türkiye’yi, AB’ye ve ABD’ye şikayeti, NATO’ya da şikayet etme hazırlığı karşımızdaki husumet cephesinin gün geçtikçe genişlediğine işarettir.
Müttefik zannettiğimiz ülkelerin kahir ekseriyeti bölücü terör örgütüyle iç içedir, sarmaş dolaştır.
Türkiye’nin var oluş mücadelesi bir yandan terör örgütüyle, diğer yandan emperyalizme piyonluk yapan Yunanistan vasıtasıyla engellenmek istenmektedir.
Bu vatan, bundan bin yıl önce gerçek sahibini bulmuştur.
Aradan geçen on asır, bu coğrafyadan tarihe damgasını vurmuş büyük bir milletin gücüne güç katmıştır. Bu milletin adı Türk milletidir.
Bu iftihar ettiğimiz beşeri varlık, köklerin, kökenlerin, dillerin, mezheplerin üstünde maddi ve manevi bağlarla kenetlenmiştir.
Bizleri bir araya getiren, acılarımız, anılarımız, zaferlerimiz, hüzünlerimiz ve coşkularımız olmuştur.
Her çekilen halay, her dövülen davul, her buluşulan düğün, her açılan duvak, her doğan çocuk, her sallanan beşik, her tüten ocak, her can veren şehit bizi bir millet yapmıştır.
Türk milletinin yüksek bir siyaseti ve stratejisi vardır.
Bu yüksek siyaset, kaynağını ve duruşunu coğrafyadan almaktadır.
Anadolu üzerinde yaşıyor olmanın da bir siyaseti, bir jeopolitiği vardır ve bin yıldır değişmemiştir.
Bizim siyasetimizin yönünü tarihimizin ve coğrafyamızın müktesebatı belirlemiştir.
Dış dayatma ve tazyiklerle bunu değiştirmek için plan yapanların, bu vatanı elimizden almak için projeler hazırlayanların önce bizim bedenlerimizi çiğnemekten başka seçenekleri yoktur.
Biz el ele verirsek, yüreklerimiz toplu vurursa, gaflete düşmezsek hiçbir batıl emel, hiçbir zalim ve vahşi hesap bizi yolumuzdan çeviremeyecektir.
Bilhassa sertifika almaya hak kazanan kardeşlerime diyorum ki, okuyunuz, araştırınız, meraklarınızın peşinden gidiniz, zamanın gerisinde kalmayınız, gelişmeleri dikiz aynasından izlemeyiniz.
Sevdanız millet olsun, kendinizi yetiştirme ve yeni şeyler öğrenme arayışından kopmayınız.
Zaman zaman kendinizle tenakuza düşebilirsiniz, bundan da çekinmeyiniz, çünkü böylesi bir tenakuzdan ürken kişi bağnazdır, dogmatiktir.
11’inci yüzyılın parlak alimlerinden birisi olan El Biruni, fil ağırlığındaki kitabı, fil ağırlığındaki elmasa tercih ederim, demişti.
Dünyayı değiştirecek yegane güç fikirdir, kitaptır, inanmış yüreklerdir.
İnsan hayatında fikrin cazibesi kadar, şahsiyetin de tesiri vardır.
Şahsiyetli olmak her şeyin başıdır.
Işık diye ateşe koşanların ne hallere düştüğünü tarihe bakarak idrak ediniz.
Sizler, haksızlığa uğramış soylu bir milletin ümidi olmaya talip olmalısınız.
Düşünmek aynı zamanda sabırdır, mücadeledir. Bundan taviz vermeyiniz.
Bağımsız bir vicdan, hür bir kafa onurlu bir insanın harcıdır.
Türkiye ve Türk milleti bir devdir, Allah muhafaza devi papağan haline getirmek için fırsat kollayanlara da kesinlikle izin vermeyiniz.
Siyaset ve Liderlik Okulumuzun 17’inci dönemini tamamlamış arkadaşlarıma bundan sonraki hayatlarında üstün başarılar diliyorum.
Bu duygu ve düşüncelerle, Genel Başkan Yardımcımız Prof. Dr. Filiz Kılıç Hanımefendi’yle Siyaset ve Liderlik Okulu Koordinatörümüz Doç. Dr. Turan Şahin başta olmak üzere, eğitim dönemi boyunca katkılarını esirgemeyen misafir öğretim üyesi arkadaşlarıma ve emeği geçenlere teşekkür ediyorum.
Konuşmama son verirken hepinizi hürmetle, muhabbetle selamlıyorum.
Sağ olun, var olun, Cenab-ı Allah’a emanet olun.
Bir yanıt bırakın