Ukrayna’da feryat eden masumlar ne kadar haklıysa, Irak’ta, Afganistan’da, Suriye’de, Filistin’de, Yemen’de, Doğu Türkistan’da, Bosna’da, Libya’da, Myanmar’da gözyaşları çığlıklarına karışan mazlumlar aynı derecede haklıdır.
Dünyanın her yerinde savaşa karşı gösteriler düzenlenmiş, protestolar yapılmış, yaptırım kararları birbirini kovalamış, devletler veya küresel kuruluşlar tarafından kınama mesajları yayımlanmıştır.
İyi güzel de, Irak’ta bir milyon Müslüman öldürülürken bunlar neredeydi?
Ne yapıyorlardı?
NATO Genel Sekreteri nerelerde geziyordu?
2022 yılında, “Ölmek istemiyorum” diyen Ukrayna’lı kız çocuğunu herkes duydu da, 2014 yılında ağır bombardımanda yaralanan 3 yaşındaki Suriyeli yavrunun, “sizi Allah’a şikayet edeceğim” yakarışını hiç kimse duymadı, duyamadı, duymak bile istemedi.
Polonya ve Romanya sınırına yığılan suçsuz günahsız Ukraynalılar için küresel vicdan titrerken, milyonlarca gariban Suriye’den, Irak’tan, Afganistan’dan kaçıp sığınacak müşfik bir kucak, başlarını sokacak güvenli bir liman aralamalarına Türkiye dışında hiç kimse ilgi göstermedi.
Bunlar oluyorken insanlık vicdanı neyle meşguldü? Dahası bu insafsız, bu merhametsiz, bu adaletsiz çelişkinin izahını bize kim yapabilecektir?
Cansız bedeni sahile vuran Aylan bebekten tutun da, henüz üç yaşında koltuk değneğiyle yaşamaya zorlanan, peşlerinde akbabaların dolaştığı, açlıktan kaburgaları çıkan, bakışları solgun, küçücük elleri donmuş, tencerede pişen aşı kapağında yiyen, günlerini yarı aç yarı tok geçiren çocuklara varıncaya kadar, bu dramı görmeyen gözler, hissetmeyen yürekler bize ne anlatacak? Kime ne söyleyecek?
Söyleseler bile bunlara kim inanacak?
…
Genel Başkanımız Sayın Devlet BAHÇELİ’nin, TBMM Grup Toplantısında yapmış oldukları konuşma. 15 Mart 2022
Değerli Milletvekili Arkadaşlarım,
Medyamızın Muhterem Temsilcileri,
Haftalık olağan Meclis Grup Toplantımız münasebetiyle sizlerle paylaşacağım düşüncelerime geçmeden önce hepinizi hürmet ve muhabbetle selamlıyorum.
Bugünkü toplantımızı yurt içinden ve yurt dışından takip eden aziz vatandaşlarımıza, gönül ve kültür coğrafyalarımızda hayat mücadelesi veren değerli kardeşlerimize selam ediyor, şükranlarımı sunuyorum.
‘Hayatı riske etmek’ demek, insanın akıp giden yaşamında bir başkası için fedakârlıkta bulunması, vahim tehlikelere göğüs germesi, hatta dünyadan kopma ihtimalini göze alması demektir.
Bu göze alış hali soylu bir mizacın sorumluluk timsalidir.
Bir düşünürün dediği gibi, hayat bize verilmiştir, gelgelelim bize o kadar az aittir ki, belki de sahip olduğumuz son şey, yaşadığımız son olay, hissettiğimiz son yalnızlık, aynı zamanda umudumuzun son yamacıdır.
Her canlı nefes alır, ama insan olmak için nefesten daha fazlası lazımdır.
Bir insanın bir diğer insan için riske girmesi, kaygı duyması, gerekirse elini taşın altına koyması gıpta edilecek bir haslettir.
Dün kutladığımız 14 Mart Tıp Bayramı, taşıdığı pek çok anlamın yanı sıra; bir vefanın, bir feragatin, bir erdemin, eşsiz ve emsalsiz bir özverinin başta doktorlarımız olmak üzere, tüm sağlık çalışanlarımızda nasıl bayraklaştığını ifade eden özel bir gündür.
Doktorlarımıza, hemşirelerimize, ebelerimize, hasta bakıcılarımıza, kısacası tıbbın yüz akları olan insanlarımıza ne yapsak az, ne söylesek eksiktir.
Nitekim onlara gönül borcumuzu ödememiz kolay değildir.
Hatırlarsanız, ülkemizde ilk KOVİD-19 vakası 11 Mart 2020 tarihinde açıklanmış, ilk vefat da 17 Mart 2020 tarihinde gerçekleşmişti.
Geçen iki yıllık süre zarfında hem ülkemiz hem de dünya habis salgının ağır sonuçlarına maruz kaldı.
Türkiye’de iki yıl içinde tam 96 bin 94 insanımız hayatını kaybetti.
Düşüş trendinde olan vaka sayılarına rağmen maalesef can kayıpları halen devam etmektedir.
KOVİD-19 hastalığı geçirdiği mutasyonlarla, bundan mülhem yeni varyantlarıyla başta insan ve toplum sağlığı olmak üzere hayatın her alanını doğrudan tehdit etti, adeta yıkıma uğrattı.
Siyasetten ticarete, kültürden sanata, ülkelerarası ilişkilerden diplomasiye, ekonomiden çalışma şartlarına varıncaya kadar salgın her yeri tasallutu altına aldı.
Beşeriyet zor ve meşakkatli bir sürecin bütün olumsuzluklarıyla sarsıldı, sınandı, yüzleşti.
Hz. Peygamber buyuruyor ki: “İman müstesna, hiçbir kişiye sıhhatten daha hayırlı bir nimet verilmemiştir.”
Bu nimetin değeri, bu nimetin zenginliği geride kalan iki yıllık zaman diliminde ziyadesiyle anlaşılmıştır.
Büyük hünkarımız Kanuni Sultan Süleyman’ın dediği gibi:
“Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi, olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.”
Canı veren Allah’tır, elbette alan ve alacak olan da Allah’tır.
İnsana düşen önce tedbir almak, sonra tevekkül etmektir.
KOVİD-19’la mücadelede doktorlarımız ve diğer bütün sağlık çalışanlarımız hayatlarını riske atma pahasına, insanüstü bir gayretle mücadele etmişlerdir.
Hepsine müteşekkiriz, hepsine şükran duyuyoruz.
Gece demediler, gündüz demediler, adeta fedakârlık anıtı haline geldiler.
Türkiye, sağlık alanında övgüyle bahsedilen bir başarı yakalamışsa bunun ilk halkasında doğru yönetim ve isabetli alt yapı yatırımları olduğu kadar; doktorlarımız vardır, hemşirelerimiz vardır, ebelerimiz vardır, hasta bakıcılarımız vardır, teknik kadro vardır.
İnsan ve toplum sağlığının müdafaası amacıyla yapılan her çalışma, gösterilen her çaba milletimizin baş tacı, can tahtıdır.
Biz başta doktorlarımız olmak üzere, sağlık çalışanlarımızın temel sorunlarının, haklı taleplerinin bilincindeyiz.
Nitekim Sayın Cumhurbaşkanımızın dün açıkladığı beş müjdenin çok değerli ve sevindirici olduğu kanaatindeyiz.
Sağlık çalışanlarımızın maaş ödeme sistemlerinde ve mali haklarında önemli iyileştirmelerinin aynı anda emekli olanlara da yansıyacak olması, aile hekimlerimizin ücretlerinin artmasıyla birlikte Mesleki Sorumluluk Kurulu’nun oluşturulacağının ve sağlık kurumlarında görev yapanlara görevleri esnasında yapılan saldırıların CMK kapsamında katalog suçlara dahil edileceğinin açıklanması çok müspet bir gelişmedir.
Milliyetçi Hareket Partisi ve Cumhur İttifakı sağlığımızı emanet ettiğimiz hekimlerimizin ve diğer sağlık çalışanlarımızın her zaman destekçisidir, dert ortağıdır.
Ancak KOVİD-19 hastalığının şiddetlendiği dönemlerde vatandaşlarımızı korkuya sevk eden, endişeleri körükleyen, Türkiye’nin sağlık kurumlarını, sağlıktaki göz kamaştırıcı politikaları tartışmaya açan küçük bir azınlığın kara propagandalarını da unutmuş değiliz.
Türk Tabipleri Birliği’nin, bu kara propagandanın sevk ve idaresinin yapıldığı nifak yuvası olarak her tertibe, her yalana, her iftiraya sarıldığı aleni bir gerçek olarak karşımızdadır.
Bunlar mesleğe başlarken ettikleri Hipokrat yeminlerini çiğneyen, hekimliğin itibarına menfur ideolojik saplantılarla zarar veren yüz karalarıdır.
Şimdi de diyorlar ki, hekimlerimiz Türkiye’yi terk ediyorlarmış.
Bilmiyorlar ki, kalpleri vatan ve millet sevgisiyle çarpan hekimlerimizin hiçbir yere gittiği veya gitmeyi düşündüğü yoktur.
Türk Tabipleri Birliği’ne bakarsak, Türkiye sağlıkta çoktan iflas bayrağını çekmiştir.
İstediler ki, dünya çapında isminden gururla bahsettiren, onlarca ülkenin yardımına koşan, mazlumlara elini uzatan Türkiye KOVİD’e teslim olsun, boyun eğsin, ortaya çıkacak kaos şartları yeni bir siyasi denklemi tetiklesin.
Eğer bu ülkeden gitmesi gereken birileri varsa, o da Türk Tabipleri Birliği’nin yönetimine çöreklenmiş bir avuç bölücü ve Türkiye karşıtıdır.
Haydi buyursunlar, gidişleri olsun da dönüşleri olmasın.
Bunlar dışında yine de giden olursa keyifleri bilir, biz de aynen Hz.Mevlana gibi sesleniriz:
“Sanmasınlar yıkıldık, sanmasınlar çöktük, bir başka bahar için sadece yaprak döktük,” der geçeriz, önümüze ve milli ömürlerin muhafazasına bakarız.
Tereddüt göstermeyiz, telaşa kapılmayız.
Hekimlerimiz başta olmak üzere, bütün sağlık çalışanlarımızın 14 Mart Tıp Bayramı’nı tebrik ediyorum.
Sağlık çalışanlarımıza yönelik şiddeti kınıyor, onlara yapılan her saldırının hepimize yapıldığına inanıyorum.
KOVİD-19 hastalığı vesilesiyle hayatlarını kaybetmiş sağlık çalışanlarımıza, aziz vatandaşlarımıza Cenab-ı Allah’tan rahmetler diliyor, bu melanet hastalığın sonuna yaklaşmaktan da memnuniyet duyuyorum.
Her gecenin bir sabahı vardır, o sabahın ışığı ufukta görülmüştür.
Her yokuşun bir inişi vardır, o iniş kısa süre sonra adımlarımızla buluşacaktır.
Değerli Milletvekilleri,
Merhum Şairimiz Mithat Cemal Kuntay’ın “On Beş Yılı Karşılarken” isimli şiiri hepimizin hissiyatına tercüman olan bir başyapıttır:
Gökten ne çıkar? Gök ha büyükmüş ha değilmiş,
Sen alnını göster ne kadar yükselebilmiş.
Gökler çıkabildin, uçabildinse derindir,
Tarihi kendin yazıyorsan, eserindir.
Bahsetme bugün sade dünün mucizesinden,
İnsan utanır sonra yarın kendi sesinden.
Asrın yaşamak hakkını vermez sana kimse,
Sen asrını üstünde izin varsa benimse.
Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır,
Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır.
Bastığımız yerleri toprak diyerek geçmedik.
Hep düşündük altında binlerce kefensiz yatanı.
O sere serpe uzanıp yatanlar ki, tarihe nam bıraktılar, şan bıraktılar, silinmeyecek ad bıraktılar, hatta yatmadılar sadece kara toprakla koyun koyuna, tutundular arşın kanatlarına.
Vatan uğruna zalimlerin kanlı fermanı yırtıldı.
İstiklal uğruna zorbaların ve zorbalığın kaleleri yıkıldı.
İstikbalimiz uğruna vahşi senaryoların sayfaları kahramanlığın yıldırımlarıyla yakıldı.
Merhum Şairimiz Akif Çanakkale Şehitlerine yazdığı muhteşem şiirinin bir yerinde diyordu ki;
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk;
Sade bir hadise var ortada: Vahşetler denk.
Onlarda vahşet denkti, bizde iman devdi.
Onlarda oyun çoktu, bizde taviz yoktu.
Onlar mezarımızı kazıyorlardı, biz de kahırdan lütuf kazanıyorduk.
Onlar kaybetti, onlar zelil oldu, onlar rezil oldu.
İçine sıkıştığımız husumet mengenesini gevşetmek, üzerimize atılan ölü toprağından çıkmak için can verdik, kan döktük, bedel ödedik ve Çanakkale’nin manevi surlarına “bu vatanı geçemezsiniz, bu sahillerde tutunamazsınız, bu bayrağı indiremezsiniz, bu ezanı susturamazsınız” diye yazdık.
Kınalı kuzuların şeref madalyasıdır Çanakkale.
Vurulup da düşmeyenlerin, düşüp de ölmeyenlerin, şehit olup da dönmeyenlerin, şahit olup da geri çekilmeyenlerin onur meşalesidir Çanakkale.
107 yıl evvel, tarihin akışını, talihin seyrini değiştiren muhteşem bir vatan savunması Çanakkale’de vuku bulmuştur.
Bu kapsamda küresel ve bölgesel senaryolar çöpe atılmış, zulüm planları, sömürge hesapları, esaret projeleri suya düşmüştür.
Diyebiliriz ki, uluslararası düzenin yeni çerçevesi Çanakkale’de çizilmiştir.
Milletler ve medeniyetler mücadelesinin sahnesi burada kurulmuş, müteakiben daha da sertleşmiştir.
Çanakkale’de kahramanlık köhneliği, fedakârlık fecaati, cesaret cehaleti, irade işgali, şehadet şiddeti, millet zilleti mağlup ve mahcup etmiştir.
Çanakkale geçilememiştir, Türk vatanı ele geçirilememiştir.
Bu cennet vatanı almak istediler, vermedik.
Dönemin en ileri savaş makineleriyle karşımıza çıktılar, yenilmedik.
Yedi düvel toplanıp üzerimize geldi, eğilmedik.
Çünkü haklıydık, hakikatin safındaydık.
Hedef alınan sadece devletimiz, sadece milletimiz değil, koskoca tarihimizdi.
İmha edilmek istenen milli varlığımız, tarihi haklarımızdı.
Düşmanı denizde batırdık, karada bitirdik.
Bize düşen Çanakkale’den ders almak, sonuç çıkarmak, ihtiyaç olursa da yeni bir destanı kanlarımızla yazarak bu cennet vatana son neferimize, son nefesimize kadar sahip çıkmaktır.
Milli birlik ve kardeşliğimiz diri oldukça, vatan ve millet sevgisi tıpkı bir ateş gibi yüreklerde yanıp durdukça ne kurulan tuzaklar işe yarayacak, ne yapılan saldırılar sonuca ulaşacak, ne de düşmanca muamelelerin tesiri olacaktır.
Çanakkale bir şuurdur, bir ufuktur, bir gururdur, aziz şehitlerimizin zafer emanetidir.
Bu emanet başımız üstünedir, asla lekelenmeyecektir.
Bu emanet namusumuzdur, asla kirletilmeyecektir.
CHP Genel Başkanı, iki günlük Diyarbakır gezisi esnasında, Çanakkale önlerine gelen zalimlerin izinden yürüdüğünü tescilleyerek, “tarihimiz kirli, yüzleşmemiz gerekir.” diye konuşmuş.
Müstevlileri aratmayan bir zihniyetin figüranı olmuş.
Tarihimize kirli demek namertliktir, nankörlüktür, vatan ve millet sevgisinden nasipsizliktir.
Kılıçdaroğlu’nun şahsıyla müsemma karanlık tarihini bilemeyiz, kaldı ki kirli tarihinden müşteki olmasının bizce bir mahsuru yoktur.
Şayet kast ettiği Türkiye ve Türk milletinin tarihi ise, önce Çanakkale’ye bakmasını, önce Milli Mücadele yıllarından ibret almasını, sonra da zillet emellerini tekrar gözden geçirerek aklını başına devşirmesini bilhassa tavsiye ederim.
Türk milletinin utanç duyacağı, yüzünü kızartacağı bir tarihi yoktur.
Var diyenler, bunu iddia ve ima edenler Çanakkale’de tepelediğimiz düşmanların bu dönemki muhipleridir.
Çanakkale ruhundan ilham ve feyz alamamış gafillerin ve milli duyguları körelmiş mihrakların Türkiye’nin geleceğinde söz sahibi olması aklın israfı, kalbin inkarı, milli hakların itlafıdır.
Ezineli Yahya Çavuşu, Müstecip Onbaşı’yı, Seyit Ali Onbaşı’yı, Anzak’lı Ömer’i, Tophaneli Yüzbaşı Hakkı’yı, Cevat Paşa’yı, Mustafa Kemal Paşa’yı, şehadet anıtı olan 57’inci Alayı tanımayanlar Türk tarihini tanımazlar, tanısalar bile anlatamazlar.
Kılıçdaroğlu ve zillet ortakları unutmasın ki,
Kaynağımız Orta Asya, kökümüz Söğüt, kollarımız Çanakkale, gövdemiz Türkiye’dir.
Türk milleti geniş bir coğrafyanın kınına sığmayan kılıcıdır.
Tarihin bağrına saplanan okun keskin ucudur.
Türk tarihine kirli demek, PKK terör örgütünün vesayeti altında bulunan, Türk ve Türkiye düşmanlarının eline düşen bir zavallının hüsran verici hezeyanıdır.
Kılıçdaroğlu kendisiyle, kendi tarihiyle yüzleşebilir.
Bizce bir sakıncası yoktur. Hatta beklenen de budur.
Ancak Türk tarihiyle yüzleşme niyeti varsa, söylemek istediği buysa, uyarıyorum ki bu tarih Kılıçdaroğlu’nun tarihi değildir, buna hiç hakkı yoktur.
Yozgat’ta başka, Diyarbakır’da başka konuşan bir siyasetçiye güven duyulamaz.
Sabah başka, akşam başka; orada başka, burada bambaşka mesajlar veren bir siyasetçinin Türkiye’ye hayrı dokunamaz.
Kılıçdaroğlu, Amerika’nın Kızılderililerden özür dilediğini açıklamış.
Katliam varsa özür olmalıdır. Buna diyeceğimiz bir şey yoktur.
Kızılderililer soykırıma uğramışlardır.
Kılıçdaroğlu mertse, kendine güveniyorsa, gözü kesiyorsa, ağzında ıslanmış baklayı çıkarsın da görelim.
Nereye varmak istediğini açıklasın da duyalım.
Kimlerin hesabına çalıştığını söylesin de gerçek yüzünü tanıyalım.
Sayın Kılıçdaroğlu, söyler misin bize, Türk milleti kimden özür dileyecek? Neden özür dileyecek? Suçu nedir ki özür dilemesi gerekecek?
Nedir senin meselen?
Kimlerdir seni böyle seferber eden?
Türkiye kimlere özür borçlu?
Söyle de bilelim. Açıkla da öğrenelim.
Anlaşılan Kılıçdaroğlu’nun muhasım çevrelere diyet borcu vardır.
Önüne koyulan zillet faturasını taksit taksit ödemesi için tehdit edilmektedir.
Kılıçdaroğlu milletin huzuruna çıkıp derhal özür dilemeli, çarpık sözlerinden, çürük siyasi eylemlerinden dolayı pişman olduğunu belirtmelidir.
Aksi halde tarihimize kirli demesinin ağır sonuçlarına katlanmak durumunda kalacak ve mankurt olarak anılacaktır.
Tarihini unutan, tarihinden kaçan, tarihine yüz çeviren milletlerin ayakta kalmaları, geleceğe ulaşmaları mümkün değildir.
İşte Çanakkale Deniz Zaferi bizim tarihimizin altın sayfalarından birisidir.
Nitekim Çanakkale deyince gözleri yaşarmayan,
Çanakkale deyince göğsü kabarmayan,
Çanakkale deyince gönlü dalgalanmayan kim varsa, onlara dikkat edeceğiz, onlara karşı uyanık olacağız, çünkü onlar bizim gibi görünmeye gayret etseler de bizden değildir, esasen ve manen milletimize mensup olmayanlardır.
Kutlu Zaferin 107’inci yıl dönümünde, Lapseki ile Gelibolu’yu birbirine bağlayan 1915 Çanakkale Köprüsü’nün de milletimize ve ülkemize hayırlı olması en samimi dileğimdir.
18 Mart’ta açılışı yapılacak bu muhteşem köprünün yapımında emeği geçen başta Sayın Cumhurbaşkanımız olmak üzere, Ulaştırma ve Altyapı Bakanımıza, yüklenici firmalarımıza, işçilerimize ve mühendislerimize gönülden teşekkürlerimi sunuyorum.
1915 Çanakkale Köprüsü, iki yakayı birleştiren, üzerinde tarihin mirasını taşıyan pırlanta bir eser olarak herkeste hayranlık uyandıracaktır.
Cenab-ı Allah’ın, tıpkı Çanakkale nesli gibi Cumhur İttifakı’nı da muzaffer kılacağına yürekten inanıyorum.
107 yıl önce, vatanı ve bayrağı için şehit olan, bağımsız bir ülkede hayat ve vücut bulmamızı sağlayan kahramanlarımızı bir kez daha minnetle, şükranla, rahmetle yad ediyorum.
Tarih boyunca vatan ve millet sevdası ile şehit düşmüş ecdadımıza; bugün milletin bekası ve esenliği uğruna can vermiş evlatlarımıza Cenab-ı Allah’tan rahmet diliyorum.
Değerli Milletvekilleri,
Rusya ile Ukrayna arasındaki savaşın 20’inci günündeyiz.
İki taraf arasındaki silahlı çatışmalar, şiddet dolu sahneler yaygınlık ve yoğunluk kazanmaktadır.
Artan sivil can kayıpları, bombalanan şehirler, yerinden yurdundan kopan insanlar maalesef vicdanımızı sızlatmaktadır.
Rusya ile Ukrayna’yı kapsamına alan ateşkes rejiminin acilen tesisi, kalıcı barış ve çözüm ortamının bir an önce inşası amacıyla takibi zaruri genel geçer tek yol diplomasi ve diyalogdur.
Barışın dışında ikinci bir seçenek yoktur.
Bu nedenle savaşan taraflarla birlikte uluslararası toplum sorumlu ve hassas hareket ekmek mecburiyetindedir.
Dünya barışının çatısı örülecekse her devletin, her ülkenin inisiyatif üstlenmesi gerekecektir.
İki ülke arasındaki çatışmaları provoke etmenin, uzun bir süreye yaymanın, Karadeniz’in kuzeyinde yeni bir Suriye ortaya çıkarmanın hiç kimseye bir faydası olmayacaktır.
Rusya da Ukrayna da siyasi, ticari ve ekonomik ilişki kurduğumuz komşu ülkelerdir.
Birisini diğerine tercih etmeye, birisini diğerinden üstün görmeye niyetimiz yoktur.
Tutumumuz ilkeseldir, tarafımız barıştır, tavrımız karşılıklı ve yapıcı diyalogların yerleşmesidir.
Türkiye’yi Rusya’ya karşı yaptırımlara zorlayan, Batılı ülkelerin tetikçisi olmaya şifreli sözlerle teşvik eden çevreler samimi ve dürüst değildir.
Bilindiği üzere, ülkemiz Rusya savaş gemilerine denizden geçişi kapatmış tek ülkedir.
Yaptırım şemsiyesi altında toplanan ülkelerin Türkiye’ye eşdeğer bir mükellefiyet altına girmedikleri ayan beyan ortadadır.
Bu kapsamda bizden talep edilen ne varsa orantısızdır, Türkiye’nin kendine özgü şartlarını, özel zorluklarını dikkate almayan tek yanlı beklentilerdir.
Bazı siyasi partilerin Rusya’ya ağır yaptırım uygulanmasını istemeleri, sık sık S-400 konusunu gündeme taşımaları başkalarının ajandalarına müzahir hareket ettiklerinin tevsiki ve teyididir.
Türkiye’yi çok yönlü etkileyen bir savaş ortamında bile milli ve ahlaki siyasetten mahrum olan siyasetçilerin Batı’nın gizli gündemine nasıl kapılandıkları ne yazık ki tüm berraklığıyla ortaya çıkmıştır.
Bu doğru değildir, meşru değildir, adil değildir, milli çıkarlarımızla uyumlu hiç değildir.
Taşeron siyasetçilerin Türkiye sevgileri yalnızca laftadır.
Türkiye’nin jeopolitik ve jeostratejik konumu temkinli, tedbirli ve çok boyutlu bir dış siyaset takibini gerektirmektedir.
Dış politikada duygusallık, hazırlıksızlık, sabit fikirlilik, manevrasızlık, dolduruşa gelmek, iddiaları milli imkânlarla desteklemekten aciz kalmak çok tehlikeli kırılmalara yol açacaktır.
Devlet yönetmek başkadır, her rüzgâra yelken açmak başkadır.
Türkiye’nin Rusya ve Ukrayna politikası dengelidir, makuldür, milli hedef ve çıkarlarımızla muvafıktır.
Hiç kimse ezbere konuşmasın.
Hiç kimse gelişmelere yabancı başkentlerin merceğinden bakmaya kalkışmasın.
Bu ülke ne çekmişse, Amerikalılardan daha çok Amerikancı olanlardan, NATO’dan daha çok NATO’cu davrananlardan, AB’den daha çok AB’ci geçinenlerden çekmiş, çekmeye de devam etmektedir.
Ayıptır, yazıktır, günahtır.
Gelin Türk’ten daha fazla Türkçü olun dediğimizde köksüzlükleri deşifre olanların karşımıza geçip ahkam kesmeye esasen ne hakları ne de haysiyetleri vardır.
Türkiye barışın müdafisidir.
Haksız bir savaş cinayettir, cehalettir, çıkmaz sokaktır, sonu olmayan, sonucu bulunmayacak dehşet kapanıdır.
Rusya-Ukrayna savaşı uluslararası düzenin bizce malum olan defolarını iyice gözler önüne sermiştir.
Uluslararası kuruluşlar havlu atmış, inandırıcılıklarını kaybetmiştir.
İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan müesses nizam her yerinden yara almıştır.
193 ülkenin katılımıyla oluşan Birleşmiş Milletler Teşkilatı kanın durması, silahların susması, barışın sağlanması hususunda hiçbir şey yapamamıştır.
Beş devletten müteşekkil Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi dünyayı tıkamış, insanlığın önüne takoz koymuştur.
Artık yeni bir reforma kaçınılmaz bir ihtiyaç vardır ve bu acildir.
Ayrıca uluslararası toplumun ikiyüzlülüğü Ukrayna işgali sırasında iyice açığa çıkmıştır.
Ukrayna’da feryat eden masumlar ne kadar haklıysa, Irak’ta, Afganistan’da, Suriye’de, Filistin’de, Yemen’de, Doğu Türkistan’da, Bosna’da, Libya’da, Myanmar’da gözyaşları çığlıklarına karışan mazlumlar aynı derecede haklıdır.
Dünyanın her yerinde savaşa karşı gösteriler düzenlenmiş, protestolar yapılmış, yaptırım kararları birbirini kovalamış, devletler veya küresel kuruluşlar tarafından kınama mesajları yayımlanmıştır.
İyi güzel de, Irak’ta bir milyon Müslüman öldürülürken bunlar neredeydi?
Ne yapıyorlardı?
NATO Genel Sekreteri nerelerde geziyordu?
2022 yılında, “Ölmek istemiyorum” diyen Ukrayna’lı kız çocuğunu herkes duydu da, 2014 yılında ağır bombardımanda yaralanan 3 yaşındaki Suriyeli yavrunun, “sizi Allah’a şikayet edeceğim” yakarışını hiç kimse duymadı, duyamadı, duymak bile istemedi.
Polonya ve Romanya sınırına yığılan suçsuz günahsız Ukraynalılar için küresel vicdan titrerken, milyonlarca gariban Suriye’den, Irak’tan, Afganistan’dan kaçıp sığınacak müşfik bir kucak, başlarını sokacak güvenli bir liman aralamalarına Türkiye dışında hiç kimse ilgi göstermedi.
Bunlar oluyorken insanlık vicdanı neyle meşguldü? Dahası bu insafsız, bu merhametsiz, bu adaletsiz çelişkinin izahını bize kim yapabilecektir?
Cansız bedeni sahile vuran Aylan bebekten tutun da, henüz üç yaşında koltuk değneğiyle yaşamaya zorlanan, peşlerinde akbabaların dolaştığı, açlıktan kaburgaları çıkan, bakışları solgun, küçücük elleri donmuş, tencerede pişen aşı kapağında yiyen, günlerini yarı aç yarı tok geçiren çocuklara varıncaya kadar, bu dramı görmeyen gözler, hissetmeyen yürekler bize ne anlatacak? Kime ne söyleyecek?
Söyleseler bile bunlara kim inanacak?
Mevcut küresel düzenle ahlaki hesaplaşma yapılmadan, eşitlik temeline dayanan, insanca ve adaletle ihata edilmiş huzurlu ve güvenli bir dünyanın ihyası sadece ham hayaldir.
Bu düşüncelerim hazin bir tespit olsa da, bir gerçeğin terennümüdür.
Uyuklayan bir bakışla, sanal korkular üreterek, devamlı öteki yaratarak, mazlumların tertemiz hayatları üzerinden küresel hakimiyet ve nüfuz mücadeleleri yürütmek haksızlıktır, caniliktir, zulümdür.
Zulme sessiz kalmak da zulümdür, üstelik zalimlere payandalıktır.
Biz susmayacağız, zalime zalim demeyi kararlılıkla, kahramanca sürdüreceğiz.
Değerli Arkadaşlarım,
Türkiye, Rusya ve Ukrayna arasında barışın canlanabilmesi için olağanüstü bir çaba göstermektedir.
Sayın Cumhurbaşkanımızın telefon diplomasisi, liderlerle temas trafiği, Dışişleri Bakanımızın sağduyulu ve soğukkanlı faaliyetleri takdir ve tebrike ziyadesiyle layıktır.
Türkiye bölgede ve küresel platformda öne çıkmaktadır.
Aynı anda hem Rusya ile hem de Ukrayna’yla doğrudan konuşabilen bir Türkiye taraflı tarafsız herkesin dikkat ve ilgisini çekmektedir.
Son bir hafta içinde Türkiye’yi ziyaret eden NATO Genel Sekreteri’nin yanı sıra, devlet veya hükümet başkanlarının, telefon görüşmesi yapılan kişilerin hüviyetine bakıldığında bu gelişmelerin tesadüfi olmadığı görülecektir.
Türkiye aktif diplomasiyle dünya gündemindedir.
Hatta kutup yıldızı gibi parlamaktadır.
Barışın kurumsallaşması için ülkemizin halisane gayreti dillerdedir.
10 Mart 2022 tarihinde üçlü format halinde Antalya’da yapılan tarihi buluşma, ilk kez Rusya ile Ukrayna Dışişleri Bakanları’nın bir araya gelmesine zemin teşkil etmiştir.
Türkiye’nin hakemliği barış adımlarını güçlendirmiştir.
Antalya’da kurulan masa umudun masasıdır.
Sözüne güven duyulan ülke olmanın mükâfat masasıdır.
Barış, huzur ve istikrar özlemlerinin sivrilen masasıdır.
Bu masa yuvarlak falan değildir, bu masada zillet değil, iki ülkenin barışı ele alınmıştır.
İnanıyorum ki, Antalya zirvesi beklediğimiz barış sürecinin ilk basamağı olacaktır.
Bazı köşe yazarlarının, üç beş kiralık kalem sahibiyle sözde uzman ve yorumcuların, “Antalya’dan bir şey çıkmadı, barış olmadı, sonuç alınmadı” değerlendirmeleri ağrıyan karınlarının hazım sorunu yaşadığını tekraren göstermiştir.
Bunlara sesleniyorum, bir kez olsun ülkenizle gurur duyun.
Bir kez olsun yapılanlarla övünmeyi deneyin.
Korkmayın, ne AK Partili olursunuz, ne de MHP’li olabilirsiniz.
Yalnızca insan olursunuz, yalnızca ahlak sahibi olursunuz, yalnızca Türk milletinin bir ferdi olduğunuzu ispat edersiniz.
Rusya- Ukrayna savaşını Türkiye’nin İHA satmak için çıkardığını iddia eden sözde bir gazetecinin de bu kiniyle, bu husumetiyle, bu nefretiyle Türk vatandaşlığını bile hak etmediğini açık açık ifade etmek mecburiyetindeyim.
Bu tipler ya hastadır, dolayısıyla tedavi altına alınmalıdır; ya da vatan hainidir, gereği derhal yapılmalıdır.
Türkiye barışın masasını kurmuşken, Kemal Kılıçdaroğlu’nun 9 Martçıların izinden yürüyerek, yine bir 9 Mart günü Diyarbakır’a gitmesi, dünya Antalya’yı konuşuyorken 10 Mart’tan itibaren duyanları infiale sürükleyecek açıklamalarda bulunması es geçilecek, görmezden gelinecek bir alçalma hali değildir.
Kılıçdaroğlu’na geçtiğimiz hafta üç soru sordum.
Dedim ki, dört parçalı Kürdistan’dan yana mısın, değil misin?
Terörist Demirtaş’ın ailesiyle görüştükten sonra, İmralı canisinin ailesiyle de buluşacak mısın?
Zillet ortaklarına, büyük Kürdistan’a taraftar olup olmadıklarını sormayı aklından geçiriyor musun?
Bizim bir twitter mesajımızı alıntılayarak emojiyle cevap vermiş.
Sayın Kılıçdaroğlu, emojiyi bırak, ergenler gibi davranmaktan vazgeç, emelin nedir, hedefin nedir, kafanın içindeki asıl gündem nedir onu söyle, ondan bahset.
Yanına alıp konuşturduğun bölücüler devlete ve millete meydan okurken çıtını çıkarmadın, sessizliğe çakıldın, zımnen de onayladın.
Sözde Kürt sorununu tanıdığını, zilletin diğer partilerinin de aynı görüşte olduğunu açıkladın.
Bir soru daha soruyorum, Diyarbakır’da PKK’lı teröristlerle görüştün mü? Eğer bu görüşme olduysa, teröristlere ümit verdin mi? Diyarbakır cezaevinde sözde işkence görenleri hatırladın da şehitlerimize bir Fatiha okumayı hiç düşündün mü?
Sayın Kılıçdaroğlu, sorularım açıktır.
Anlamadığın bir yer varsa elbette sorabilir, detaylı bilgi isteyebilirsin.
Süren kısıtlıdır, ek süre talebin olursa bunu da değerlendirmeye hazır olduğumu, cevap vermeme hakkının saklı bulunduğunu özellikle bilmende yarar vardır.
Fakat şunu da bil ki, sükût ikrardan gelir, sorularıma cevap vermediğin zaman hepsine evet dediğin kabul edilecektir.
Emoji de seni kurtaramaz, kimlerin empozesi, kimlerin tekeli altında olduğunu artık gizleme şansın kalmamıştır.
Kılıçdaroğlu Diyarbakır annelerinin yanına gitmeye cesaret edemedi.
Çünkü Diyarbakır anneleri Kılıçdaroğlu’nun ortağı HDP’nin il binası önündeydi.
Korku dağları sarmış, Kılıçdaroğlu analardan kaçmıştır.
Utan utan, bu anaların yavrularını HDP kaçırdı, PKK’ya taşıdı.
Tek kelime edebildin mi? En küçük tepki gösterebildin mi?
Yapamazsın, çünkü bugünkü CHP, HDP’nin kostüm giymiş halidir.
Bugünkü CHP, PKK’nın yedek kulübesidir.
Ve bugünkü CHP, Aziz Atatürk’e ihanet etmiş, geçmişine sünger çekmiştir.
Kılıçdaroğlu, “bu ülkeyi barıştıracağız, huzuru ve kardeşliği getireceğiz” demiş.
Nerede söylemiş? Diyarbakır’da.
Ne zaman söylemiş? Antalya Diplomasi Forumu’nun toplandığı, Rusya ile Ukrayna Dışişleri Bakanları’nın bir araya geldiği günde.
Sayın Kılıçdaroğlu, Türkiye barış yanlısı bir ülke olarak dünyada parmakla gösterilirken, senin Diyarbakır’daki sözlerine ne diyelim?
Antalya’da kurulan barış masasını kundaklama, kurcalama, kuyusunu kazma görevini aldığın Türkiye düşmanı dostlarına söyle, başaramayacaklar, önümüzü kesemeyecekler, yalanlarınıza aldanacak hiç kimse de bulunamayacaktır.
Ülkemizde zaten barış vardır.
Bunu herkes görürken, sadece Türkiye muhalifleri görmekten uzaktır.
Barıştıracağım demek, Türkiye’de savaş olduğunun itirafıdır.
Bu kem bir sözdür, hayasız bir uydurmadır.
Sayın Kılıçdaroğlu, yine çaktın, yine yan yattın, yine ters köşedesin.
Kürt sorununu çözecekmiş, şu işe bakar mısınız?
Türkiye’de var olan terör sorunudur, Allah’ın izniyle bu sorunun da kökü kazınacaktır.
Kılıçdaroğlu, iktidar olduklarında, terörist Demirtaş’ı, Soroscu Osman Kavala’yı serbest bırakacaklarını ifade etmiş.
Sorarım sana, Öcalan canisini de serbest bırakacak mısın?
FETÖ’cüleri de salacak mısın?
Teröristleri topluca cezaevinden çıkaracak mısın?
Peki bunları nasıl yapacaksın?
Hakim değilsin, savcı değilsin, mahkeme değilsin.
Bağımsız ve tarafsız Türk yargısının yerine geçip nasıl hüküm vermeyi planlıyorsun?
Senin hukuk anlayışın bu mudur?
Senin adalete bakışın böyle midir?
Gerçi iktidara gelmeniz masal konusudur, ancak teröristleri serbest bırakma vaadi anayasa suçudur, hukuk tanımazlığın itirafnamesidir.
Kılıçdaroğlu dengeyi kaybetmiş, kayışı koparmış, tanınmaz hale gelmiştir.
HDP, CHP’ye kolon atmış, enjekte ettiği bölücülük narkozu etkisini çok ciddi şekilde göstermeye başlamıştır.
Bu zillet ittifakının dümeni kırıktır, pusulası bozuktur, gemisi deliktir, seyir defteri yırtıktır, rotası karanlıktır.
Türkiye zillete teslim edilemez.
Türk milleti bu zillete reva görülemez.
Allah muhafaza, Kılıçdaroğlu ve diğer zillet partilerinin eline fırsat geçerse devletimiz, milletimiz, istiklalimiz, milli birlik ve dirliğimiz heba olup gidecektir.
Diyorum ki, güçlü devlet, büyük millet, güvenli gelecek, çare tektir.
O çarenin adı da Cumhur İttifakı’dır.
Yeni sistem, güçlü siyaset, milli destek, kutlu emanet, Türkiye’nin istiklali hamd olsun pektir.
Devlet ehil ellerdedir, millet emin yüreklerle istikbalini perçinleyecek ve güvenceye kavuşturacaktır.
Değerli Milletvekilleri,
AK Parti ve Milliyetçi Hareket Partisi’nin değerli temsilcileri tarafından hazırlanan ve uzun bir çalışmanın mahsulü olan; Milletvekili Seçimi Kanunu, Siyasi Partiler Kanunu, Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Hakkındaki Kanun ile bazı kanunlarda değişiklik yapılmasına dair kanun teklifimiz dün TBMM’ne sunulmuştur.
Bu kanun teklifimizin kısa süre içinde görüşülerek kabul edileceğine inanıyor, sizlerden Genel Kurul çalışmalarına aktif olarak katılmanızı rica ediyorum.
Bu düşüncelerle hepinizi saygılarımla selamlıyor, başarılı bir hafta geçirmenizi temenni ediyorum.
Sağ olun, var olun, Cenab-ı Allah’a emanet olun.
Bir yanıt bırakın