Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet BAHÇELİ’nin,
TBMM Grup Toplantısında yapmış oldukları konuşma.
7 Ocak 2014
Değerli Milletvekilleri,
Saygıdeğer Misafirler,
Kıymetli Basın Mensupları,
2014 yılının bu ilk Meclis grup toplantısına başlarken hepinizi sevgi ve saygılarımla selamlıyorum.
Yine ümitlerle yeni bir yıla girdik.
Geleceğe yüklediğimiz olumlu anlamlarla yeni bir yıla kavuştuk.
Konuşmamın başında hepinizin yeni yılını kutluyor, ailelerinizle birlikte sağlıklı, bereket dolu ve mutluluk içinde geçecek bir yıl geçirmenizi Cenab-ı Allah’tan niyaz ediyorum.
Umutsuzluk dalgalarının boyu ne kadar yüksek olursa olsun önümüzdeki 365 günlük zaman diliminden çok şey bekliyoruz.
2013 yılından devraldığımız sorun bakiyesi düşündürücü olsa da, Türkiye’nin toparlanmasını, kendine gelmesini, makulü yakalamasını ve güzel günlere ulaşmasını arzuluyoruz.
Geride bıraktığımız 2013 senesi, tıpkı öncekiler gibi, milletimiz adına kayıp bir yıl olarak tarihe geçmiştir.
Ülkemiz geçtiğimiz yılda krizlerle boğulmuş, kaoslarla boğuşmuştur.
Hayatın her alanı yaşanan bunalımlardan payını almıştır.
Toplumsal zemin kaygı verici bir yozlaşma halinin pençesine düşmüştür.
2013 yılında da milletimizin huzur ve refahı için gerekli ve acil olan atılım ve hamleler yapılamamıştır.
Ekonomik sıkıntılar, zam furyası, adaletsiz vergi artışları vatandaşlarımızı dara düşürmüş, iyice bunaltmıştır
AKP’nin iktidar yıllarında sivrilen, siperini derinleştiren işsizlik, yoksulluk ve yolsuzluk çemberi gittikçe genişlemiş, gittikçe kronikleşmiştir.
Milli çıkarlarımız, asırlar içinde pişmiş ve olgunlaşmış devlet geleneklerimiz, milletimizin birlikte yaşama irade ve azmi zedelenmiştir.
Türk milletinin bin yıllık kardeşlik hukuku zalimlerin oyuncağı haline gelmiştir.
AKP’nin ucuz siyaseti, bayağı taktikleri, tehlikelere davetiye çıkaran sorumsuz, sakat ve sağduyudan yoksun uygulamaları 2013’ü tümüyle gölgelemiştir.
Milletimizi maneviyat sömürüsüyle aldatmayı alışkanlık haline getiren, basit istismarlarla gözleri boyamayı sıradanlaştıran AKP iktidarı 2013 yılını baştan ayağa harabeye çevirmiştir.
Türkiye, ilkesiz ellere, vicdansız emellere, vefasız yüzlere bir yıl daha katlanmak zorunda kalmıştır.
Ülkemizin maddi tahribatı, manevi erozyonu hız kazanmıştır.
Türk milleti hiç hak etmediği, hiç layık olmadığı sıkıntı ve açmazlarla dolu bir yılı yaşamaya adeta mahkûm edilmiştir.
AKP hükümeti bir yılımızdan daha çalmıştır.
AKP hükümeti bir yılımızı daha karalamış, bir yılımıza daha şerh düşmüştür.
2013 yılında, siyaset haddinden fazla kirlenmiş, ahlaki zemin tahminlerin ötesinde aşınmıştır.
Başbakan ve hükümetinin içi boş ve hamasi sözlerinin aksine, ülkemiz uluslararası alanda itibar kaybetmiş, saygınlığından olmuştur.
Dış dünyayla ilişkilerde aktif değil, akıntıya kapılmış; ön alan değil, önünden alınmış; ezberleri bozan değil, ezilmiş ve eğilmiş; dinamik değil dağılmış ve dağlanmış; sözü geçen değil, sözü yere düşmüş bir hükümet gerçeği hepimizin gözü önünde vasat bulmuştur.
Komşularla sorunlar sıfırlamak yerine sabır, sınır ve sinirleri zorlayan seviyelere çıkmış, etrafımızdaki husumet kuşağı her geçen gün koyulaşmıştır.
AKP hükümeti, komşu ülkelerin rejimlerine kafayı takmış, devamlı surette bunların içişlerine müdahale yolları aramıştır.
Sınırlarımızda mevzilenen terörist gruplara göz yummuş, hepsine birden kolaylıklar göstermiş, bunun yanında ikmal ve lojistik destek hizmetleri sunmuştur.
Başbakan ve hükümeti, kanlı Esad yönetimini devirmek amacıyla Türkiye’nin milli güvenliğini tehlikeye atacak her tezgahın içinde yer almıştır.
Hükümetin sığ, kısır ve bir adım sonrasını hesap edemeyen yanlış politikaları hudut hattında yaşayan vatandaşlarımıza bomba, top mermisi, şarapnel parçası ve kurşun olarak yansımıştır.
Reyhanlı’daki vahim saldırının yanında, Akçakale ve Ceylanpınar başta olmak üzere birçok sınır il ve ilçemizde görülen acı kayıplar bunun en somut delilidir.
Ülke menfaati gözetilmeden, milli çıkarlarımız dikkate alınmadan başına buyruk, plansız, vizyonsuz, gayri milli ve gelişi güzel kurgulanan dış politika 2013 yılında Türkiye’nin ayak bağı haline gelmiş ve yalnız kalmasına sebep olmuştur.
Başbakan’ın akıl hocaları bu yalnızlığın başına “değerli” sıfatını yakıştırsalar da, evdeki hesap çarşıya uymamış, gaflete bahane arayışları dikiş tutmamış ve mızrak çuvala sığmamıştır.
2013 yılının genelini etkileyen dış politikadaki çatlaklar, caydırıcı vasfımızdaki zaafiyetler Türkiye’yi mahcup etmiş, edilgen bir duruma sürüklemiştir.
Başbakan hiçbir hedefini sonuca ulaştıramamıştır.
Hiçbir iddiasında, hiçbir önermesinde, hiçbir tezinde haklı çıkmamıştır.
Başbakan Erdoğan yalnızca tribünlere oynayarak, yalnızca temelsiz konuşarak, yalnızca günü kurtarmaya odaklanarak yerinde saymış ve dış politikayı Arapsaçına çevirmiştir.
AKP’yle geçen 2013 yılında;
Mısır’la ilişkiler gerilmiş, diyaloglar gerilemiştir.
Irak’la sürtüşmeler artmış, komşuluk irtibatı arızalanmış, bundan istifade eden peşmergenin dümen suyuna girilmiştir.
İran’la güvensiz, gösterişten öteye gitmeyen, karşılıklı açık arayan, özellikle Suriye özelinde zıt kutuplara savrulan sancılı bir temas kurulmuştur.
Bölgesel tüm meşru aktörlerle ters düşen AKP hükümeti; PYD, PKK, El Kaide, El Nusra gibi terörist örgütlerle sıcak, tavize dayalı, tek yanlı bir ilişki ağı tesis etmeyi Türk dış politikasının ana çatısı olarak benimsemiştir.
Bu saplantılı, hastalıklı ve tepeden tırnağa bağımlı politika tercihi Türkiye’nin elini zayıflatmış, milletimizin aleyhine faal halde bulunan çevrelere arayıp da bulmayacakları güçlü kozlar vermiştir.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin sahip olduğu imkan, avantaj ve kaynaklarla, hükümetin iddia ve hedefleri çelişmiş ve asla çakışmamıştır.
Kültürel, beşeri, coğrafi ve tarihi özelliklerden kaynaklanan stratejik kabiliyet ve kuvvetimiz maalesef yanlış yollarda israf ve heba edilmiştir.
Türkiye AKP sayesinde; güvenilmez, itibarsız, yaptırım gücü zayıflamış, olayların peşinden koşan, gelişmeleri lehine çevirmekten aciz, musibetler içinde yuvarlanan bir dış politikayla 2013’ü geride bırakmıştır.
Uzun lafın kısası hükümet dış politika alanında her bakımdan çökmüş ve bozguna uğramıştır.
Muhterem Milletvekilleri,
Hep söyledik, yine söylüyoruz, siyasetin amacı insana hizmettir.
İnsana hizmeti önceliğine almayan, insanın rahatını, refahını ve geleceğini düşünmeyen bir siyasetin kendi kendini tüketen bir organizmadan farkı olmayacaktır.
Unutmayalım ki, dürüst, dengeli, doğru, adil ve ilkeli bir siyaset tarzı her şeyin başıdır.
Ülke yönetiminde söz ve pay sahibi olan siyasetçiler ve bürokratlar kendilerine tevdi edilen milli kaynakların ve milli sermayenin bölüşüm ve dağıtımını yönetirken kesinlikle hukuka uymak ve Allah korkusu ile hareket etmek mecburiyetindedir.
İktidar koltuğunda oturan kim olursa olsun, yetkisi dahilinde gerçekleştirdiği idari, siyasi ve ekonomik icraatları mahşeri vicdanla tenakuza düşmeden yerine getirmelidir.
Bu nedenle devlet yönetiminde bulunanların her şeyden önce helal-haram ayrımını yapacak basirete, doğru-yanlış tasvirini sağlayacak samimi bir tutuma sahip olmaları asıldır.
İktidar; zenginleşmek için bir vasıta değildir.
İktidar; millete ait olan servet ve gelirlerin yandaş zümrelere peşkeş çekildiği yasa dışı nakil ve dağıtım merkezi değildir.
İktidar; çalmak, aşırmak, yemek, içmek, gezmek ve cüzdan doldurmak için bir fırsat değildir.
İktidar; kanun dışı ilişkilerin dokunulmaz zırha büründüğü ve çete mantığına göre dizayn edilmiş gayri ahlaki bir kazanç kapısı olarak da görülmemelidir.
Siyaset, ahlaki, vicdani ve hukuki zeminden kopmadığı müddetçe, iktidarlar kul hakkına riayetten ayrılmadığı sürece bir mesele yoktur.
Bu halde milletten alınan vergiler yine millete hizmet olarak dönecek, arada herhangi bir kayma, kaynama, buharlaşma ve sızma olmayacaktır.
Biliyoruz ki, demokrasinin tam olarak taban tutmadığı, hak ve hukuka özen gösterilmediği, toplumsal yozlaşma ve siyasi ahlak konularında anormal açıkların görüldüğü ülkelerde devletin kaynakları yolsuzluk kuyruğuna girenlerin kasasına akacaktır.
Yolsuzluk öyle bir illet, öyle bir hastalıktır ki, buna yakalanan iktidarlar hiçbir zaman iflah olmamış, hiçbir zaman huzur yüzü görmemiş, bundan sonra da görmeyecektir.
Tarihin hiçbir devrinde hırsızlık övülmemiştir.
Tarihin hiçbir bölümünde soygunculuk ödüllendirilmemiştir.
İnsanlığın hiçbir döneminde hırsızlar el üstünde tutulmamıştır.
Özellikle geçtiğimiz yüzyılın başlarından itibaren demokrasinin yerleşmeye başlamasıyla, devleti yönetmekle sorumlu olanların şeytana uymaları, haksız kazanca tevessül etmeleri yanlarına bırakılmamıştır.
Bağımsız yargı yanlış yapanların karşısında güvence olmuştur.
Kontrol ve denetim mekanizmaları usulsüzlüklere engel teşkil etmiştir.
Ahlaki normlar, dini ve milli hassasiyetler, toplumsal adet ve görenekler, hukuk kurallarının etkinliği yolsuzluğun panzehirleri arasında yer almıştır.
Elbette insan var oldukça kanun dışı yollar da bitmeyecektir.
Elbette yoksulluk, açgözlülük, lüks düşkünlüğü, konfor merakı, ekonomik adaletsizlik, sosyal eşitsizlik ve servet uçurumu oldukça sorunlar azalmayacaktır.
Çalışmadan kazanma hevesi, daha fazlasını meşruiyet dışında arama eğilimi suça meyilli şahsiyetlere cazip gelmeyi sürdürecektir.
Helal-haram arasındaki kalın çizgiyi göremeyecek kadar dünyevi tutkuların esiri olmuşlar için her yol mubah olacaktır.
Kuşku yok ki, nefsinin zindanına hapsolmuş zavallılar için başkalarının emeğine hürmet etmek akıl dışıdır.
Hesap verme korkusunu yabana atmış, “nasıl olsa bana kimse dokunamaz” yanılgısına tümüyle kapılmış birisinden doğru hareket, doğru tavır beklemek zaten imkansızdır.
Yolsuzluğun mayalandığı, kanunsuzlukların ürediği siyasi ve sosyal iklim böylesi bir hezeyandan ve kendi kendini aldatma ahmaklığından doğmaktadır.
Yolsuzluğun önündeki en büyük engel biliniz ki, hakkı olmayan hiçbir şeye tenezzül etmeyen yüksek haslet, asalet ve karakterdir.
Şu günkü zaman zarfında, ülkemizin asıl ve öncelikli kabusu bu vasıflardan mahrum bir zihniyetin iktidarda bulunuyor olmasıdır.
Bugünün Türkiye’sinde, 21’nci asrın ikinci on yılında, hala yolsuzluk konusunda hatırı sayılır bir mesafe kat edemeyişimiz hepimiz açısından üzüntü vericidir.
Değerli Arkadaşlarım,
Sözde, “halka hizmet Hakk’a hizmettir” kabulüyle iktidara gelen Adalet ve Kalkınma Partisi, sonunda kendi cebine, kendi hesabına, kendi yararına hizmet eden bir çıkar ittifakına dönmüştür.
Ülkemiz yolsuzlukla anılan, her tarafı yolsuzluk kokan bir iktidarın elinde kıvranmaktadır.
17 Aralık 2013 günü erken saatlerde İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından başlatılan “Rüşvet ve Yolsuzluk Operasyonu” aslında malumun sadece ilanı olmuştur.
AKP iktidarının üzerinde 11 yıllık yolsuzluk tortusu, 11 yıllık yolsuzluk kiri, 11 yıllık rüşvet isi bulunmaktadır.
Bugüne kadar milletimiz defalarca yolsuzluk haberlerini dinlemiş, şüyuu vukuundan beter sayısız iddia ve imayı duymuştur.
Ancak hiçbirisi 17 Aralık operasyonu kadar etkili, somut bilgi, belge, görüntü ve kanıtlara dayandırılmamıştır.
Başbakan Erdoğan ve hükümeti için kaçacak yer ve herkesi ikna edebilecek mazeret kalmamıştır.
Her şey ayan beyan ortadadır.
Hükümet yolsuzluk tünelinde yolunu şaşırmıştır.
Şüphesiz iddialar çok ama çok ciddidir.
Yargı kesin hükmünü vermeden hiç kimseye suçlu muamelesi yapılamayacaktır.
Şu an itibariyle meşakkatli de olsa, AKP hükümetinin çok yönlü saldırılarına uğrasa da yargısal süreç işlemektedir.
Zanlıların bir bölümü tutuklanmış ve cezaevine gönderilmiştir.
Fakat devam eden “Rüşvet ve Yolsuzluk Soruşturması”yla ilgili verilen bazı mahkeme kararları ve savcı talimatları uygulanmamıştır.
Nitekim şüpheli olarak ifadesine başvurulacak kişiler hükümet eliyle korunmuş, açıkça hukuksal yaptırım ve tedbir ihlal edilmiştir.
Başbakan ve hükümeti adli kolluk görevini yapmakla mükellef olanlara engel çıkarmış, şüphelileri adalete teslim etmeyerek suç işlemiştir.
Hükümet rüşvet ve yolsuzluk iddialarının soruşturulmasından aşırı şekilde rahatsız olmuştur.
Böylesi bir zor kullanma, böylesi bir güç gösterisi, böylesi bir yetki aşımı ancak ve ancak aşiret devletlerinde, dahası Ortadoğu emirliklerinde olabilecektir.
Başbakan Erdoğan suçluluğun vermiş olduğu psikolojiyle hukuka karşı gelmiş, hukukçulara ateş püskürmüştür.
Değerli arkadaşlarım,
Türk milletinin vicdanına güveniyorum.
Türk milletinin engin sağduyusuna ve şaşmaz ferasetine inanıyorum.
Türkiye’nin bugünkü ibretlik ve buhranlı halini 76 milyonun hüzünlenerek izlediğini biliyorum.
Başbakan Erdoğan ve hükümeti 17 Aralık’la beraber şapır şapır dökülmeye başlamıştır.
Bu tarihten dört gün sonra, yani 21 Aralık’ta, “Adli Kolluk Yönetmeliği”nde yapılan korsan değişiklik hükümetin niyetini, izleyeceği yöntemi gözler önüne sermiştir.
Başbakan Erdoğan hukuka saygı duyması gerekirken, iddiaları önemseyip yargının işini kolaylaştırması lazımken, peş peşe misilleme yapmıştır.
Sadece verilen emirleri uygulayan polisleri ve polis müdürlerini hedef almış, İstanbul başta olmak üzere tüm yurtta yüzlerce emniyet mensubunu mağdur ve yerinden etmiştir.
Bize göre Başbakan Erdoğan görevini kötüye kullanmıştır.
Rüşvetçilere, hortumculara müsamahakâr ve anlayışlı olan Başbakan, polise ve yargı mensuplarına acımasızdır.
Anlaşılmaktadır ki, “Rüşvet ve Yolsuzluk” iddiaları kendisine ve ailesine kadar dayanmaktadır.
Başbakan’ın endişesi bundadır.
Üstelik oğlunun üzerinden kendisine ulaşılmak istendiğini bir vesileyle açıklamıştır.
Başbakan’ın şayet veremeyeceği bir hesabı, izah edemeyeceği hukuksuz ve gayri meşru bir ilişkisi yoksa panikleyeceği, korkuya kapılacağı bir halde olmayacaktır.
Ne var ki bu zihniyet 17 Aralık’tan beri terör estirmektedir.
“Rüşvet ve Yolsuzluk Soruşturması”nı saptırmak ve sorgulatmak amacıyla her türlü safsatadan, her türlü dedikodudan, her türlü kavramdan istifadenin derdindedir.
Başbakan’a bakarsak, ortada komplo, tezgah, kirli ittifak, karanlık güçler vardır.
AKP hükümetinin başarısını kıskananlar devrededir.
Hızlı trenden gocunanlar, İstanbul’a yapılacak üçüncü köprüden ve üçüncü havaalanından, ekonomik büyümeden, çözüm sürecinden keyfi kaçanlar AKP’yi hedef tahtasına yerleştirmiştir.
Başbakan’ın frenleri öylesine patlamıştır ki, kendisine, hükümetine, milli iradeye yönelik küresel suikast ve dış bağlantılı saldırı yapıldığını yorulmaksızın üç haftadır dillendirmektedir.
Başbakan’a göre yolsuzluk kisvesi altında Türkiye’nin yürüyüşü durdurulmaya çalışılmakta, çıkarları zedelenenler hükümete bindirmektedir.
Anlayacağınız her yer komplo, her yer tuzak, her yer dışarının güdümünde bulunan yerli taşeronların tesiri altındadır.
Devleti ele geçirmiş çeteler, örgütler, ajanlar, hainler Başbakan ve hükümetine savaş açmıştır.
Yani yolsuzluk yalan, rüşvet hikayedir.
İthamların hepsi yersiz, iddiaların alayı düzmecedir.
Sanki hükümet yokmuş gibi, paralel devlet gulyabanisi oluşmuş, hükümeti kuşatmıştır.
Bize göre Başbakan Erdoğan vehimlere kapılmış, yalanlara çakılmış ve akıl sağlığını kaybetmiştir.
Sanal korkulara, yapay tehditlere, aslı astarı olmayan korkuluklara inanmış veya inandırılmıştır.
Başbakan Erdoğan hem kendisini hem de aziz milletimizi kandırmaktadır.
Dikkatleri asıl olayların üzerinden uzaklaştırmak, rüşvet ve yolsuzluk iddialarını unutturmak için canını dişine takmaktadır.
Ancak Başbakan’ın hesabı bu defa tutmayacaktır.
Göstermek istediği resimle, bizim ve milletimizin bizzat gördüğü suç dosyasını gizlemeyecektir.
Planlarını, saçmalıklarını, algı yönetimiyle zihinleri tutsak almasını yutacak ve hazmedecek kimseler kalmamıştır.
AKP’li saygın, vatansever ve değerli milletvekili arkadaşlarım gelişmelere eminim ki içten içe isyan etmektedir.
AKP’ye oy vermiş aziz vatandaşlarım bu defa Başbakan’a tereddütle yaklaşmaktadır.
Her sorunlu dönemde yurtdışına gitmeyi adet haline getiren Başbakan Erdoğan komploculuğu bırakmalı ve şu sorularımızın cevabını Uzak Doğu’dan dürüstçe vermelidir:
Bu nasıl bir örgüttür ki, bir bakan ve ailesi malum İranlı karanlık kişinin özel uçağıyla Umre’ye götürecek kadar zihinleri ve iradeleri ele geçirmiştir?
Bu nasıl bir saldırıdır ki, bakan çocuklarının yatak odalarından para sayma makineleri ve para kasaları bulunmuştur?
Bu nasıl bir operasyondur ki, bakanların her yeri rüşvet olmuştur?
Bu nasıl dış mihrakların oyunudur ki, bakanlar çantalarla, elbise kılıflarıyla gönderilen paraları cebe indirmiş, yüzbinlerce dolarlık rüşvet saatlere tenezzül edecek kadar alçalmış ve de parayla vatandaşlık dağıtmışlardır?
Bu nasıl bir küresel suikasttır ki, bir banka genel müdürünün ayakkabı kutusundan 4,5 milyon dolar para çıkmıştır?
Sayın Başbakan belgesi, kaydı ve nereden toplandığı muamma olan bu parayı kutulara paralel devlet mi, yoksa paralel bankacılarla mı yerleştirmiştir?
Altın kaçakçılığını faiz lobisi mi yapmıştır?
Evlatlarının da yönetiminde bulunduğu vakıflara usulsüz imar düzenlemesini malum medya kuruluşları mı, hadi bunu da geçtik, görünmez eller mi gerçekleştirmiştir?
Kara parayı savcılar, hakimler, görevden aldığın polisler mi aklamıştır?
Yüz milyar dolarla ifade edilen yolsuzluk meblağına kim ortak olmuş, mesela uzaylılar mı, mesela Amazondaki yerliler mi, mesela Antartika’da seni çekemeyen mihrakları mı, mesela Sibirya ormanlarında seni kabullenmeyen bazı kimseler mi tekerine çomak sokmuştur?
Halkbank’ın peşmerge petrolündeki rolü nedeniyle hedef seçildiğini söylerken hakikaten de utanmıyor musun?
Başbakan’a göre İran asıllı rüşvetçi hayırseverdir, banka müdürünün topladığı paralar da İmam Hatip ve üniversite yapımı için kullanılacaktır.
Bu sözlere bırakınız aklından zoru olanların tebessümünü, kargalar bile kahkahayla gülecektir.
Muhterem Milletvekilleri
Başbakan ve hükümeti savcılara çamur atmaktadır.
Danıştay’ından Yargıtay’ına, HSYK’sından diğer yargı organlarına kadar sataşmakta ve suçlamaktadır.
Oysaki yargı sadece işini yapmaktadır.
Savcılar engellense de, görevleri değiştirilse de, gittikleri tatiller çarşaf çarşaf ortaya dökülüp itibarları linç edilse de, hukukçular meşru sınırlar dahilinde görevini icra etmektedir.
Bakınız bugün hukuka ağzına geleni söyleyen, yargı mensuplarını iftiralarla yıpratmaya çalışan Başbakan, geçmişte bambaşka beyanlarda bulunmuştur.
Sabrınıza sığınarak ve hafıza tazelemesi adına Başbakan’ın şu görüşlerini sizlerle paylaşmak istiyorum:
Başbakan Erdoğan 29 Ocak 2008 tarihli TBMM Grup Konuşmasında;
“Hukuk terazisine vaktiyle konan taşları bir bir kaldırıyoruz. Türkiye hukuk yolundadır, adalet yolundadır. Hukuk devleti açık, şeffaf bir düzenin adıdır. Hukuk devletinde karanlık odalar, komplolar, komitalar, çeteler, mafyalar yoktur, olmamalıdır, olamaz da.” diyerek önemli bir tespitte bulunmuştur.”
O halde bugün komploların en ilerisi varsa, çeteler devlete kadar sirayet etmişse, Başbakan hukuk devletine ne yaptığını, hukuk devletinin nereye gittiğini bir an önce açıklamalıdır.
Yıllar içinde sürekli geri giden, örgütlere, karanlık güçlere teslim olan bir devlette hukukun üstünlüğünden nasıl bahsedilecektir?
Türkiye Cumhuriyeti’nin laik, sosyal ve hukuki niteliği imha olursa ortada devlet namına ne bir iz, ne de bir eser kalmayacaktır.
Bu zihniyet 13 Ocak 2009 tarihli TBMM Grup Konuşmasında sözde darbe davalarını kast ederek de aynen şunları söylemiştir:
“Ortada devam eden bir dava, bir mahkeme süreci, devam eden bir soruşturma var. Savcılarımız, hakimlerimiz, tamamen bağımsız şekilde çalışmalarını yürütüyorlar. Süreç tamamen hukuk çerçevesinde, tamamen Anayasa ve ilgili yasalar çerçevesinde işliyor.”
Başbakan bu konuşmasının devamında daha ilginç sözlere imza atmış ve şöyle demiştir:
“Esasen, hükümet olarak da, siyasetçiler olarak da, vatandaşlar olarak da bize düşen, hukuk kurallarının en sağlıklı şekilde işlemesine yardımcı olmaktır. Bakınız, bütün modern devlet sistemlerinde, yasamanın yeri ayrıdır, yürütmenin ayrıdır, yargının yeri ayrıdır. Bu üç erk birbirine müdahale edemez.”
Başbakan yine bu meyanda polisleri de unutmamış, bugünkü tutumuyla taban tabana zıt ifadeler kullanmış ve şunları dile getirmiştir:
“Yürütme özellikle emniyetimiz açısından kalkıp ta adaletin kendisine tevdi ettiği, verdiği bir görevi yerine getirirken niçin birileri bundan rahatsız oluyor, ben bunu hayretle karşılıyorum.”
Şu çelişkiye bakınız ki, dün hayret eden Başbakan, bugün polislere dört bir koldan hücum etmektedir.
21 Nisan 2009 tarihli TBMM Grup Konuşmasında ise şu hususlardan bahsetmiştir:
“Eğer bugün, savcılarımız, hakimlerimiz, üzerlerinde hiçbir baskı hissetmeden, hiçbir tehdit hissetmeden, hiçbir baskı ve tehdide boyun eğmeden görevlerini yapabiliyorsa, bu, bugünümüz için de, geleceğimiz için de güven verici bir gelişmedir.”
İşte Recep Tayyip Erdoğan’ın bugünü, dününü bu kadar red ve inkar etmektedir.
Bu bir insanın düşebileceği en derin çelişki çukuru, en korkunç U dönüşüdür.
Başbakan’ın söz konusu konuşması bugünle mukayese edildiğinde herkesi pes doğrusu dedirtecek itiraf gibi değerlendirmeler hemen görülecektir.
Bu çerçevede diyor ki:
“Bakınız, ortada son derece ağır, son derece vahim iddialar var.
Anayasamıza, yasalarımıza göre suç teşkil eden ithamlar var. Bu iddiaların peşine düşen, bu iddiaları aydınlatmaya çalışan bir hukuk sistemimiz var. Bırakalım yargı işlesin, bırakalım hukuk işlesin. Bırakalım, ak ile kara ortaya çıksın.
Süreci bulandırarak, süreci istismar ederek, hakimleri, savcıları, yargıyı itham ederek, tehdit ederek hiç kimse hiçbir yere varamaz.”
Evet, Başbakan, çok değil, yaklaşık 4,5 yıl önce aynen böyle demektir.
Biz de Başbakan’a diyoruz ki, bırak da yargı işlesin, bırak da hukuk çalışsın, bırak da savcı ve hakimler görevini yapsın, bırak da akla senin gibi karalar ortaya çıksın.
Yargının darbe yaptığını, HSYK’nın suç işlediğini yeri göğü inleterek iddia eden Başbakan 26 Ekim 2010 tarihli TBMM Grup Konuşmasında bakınız neyden bahsetmiştir:
“Yargıda seçim yapıldı, HSYK üyeleri belirlendi. Peki ne oldu? Sesi çok çıkan bir zümrenin, yargı camiası içinde neye tekabül ettiği ortaya çıktı. Ortada siyasallaşan bir yargı yok. Ortada siyasallaşmış unsurlar tarafından sindirilmiş bir yargının artık tarafsız bir yargıya dönüşümü var.
Görünen gerçek açıkça şudur: Başbakan Erdoğan’ın bugünkü hali dününü kökten yalanlamaktadır.
Bu siyasi anlayışın “üstünlerin hukukundan hukukun üstünlüğüne geçtik” iddiası demek mi asılsızmış.
“Mahkemeleri birilerinin arka bahçesi olmaktan çıkardık, milletin ön bahçesi yaptık” sözleri demek ki gerçeği yansıtmıyormuş.
Başbakan Erdoğan’ın tüm politikaları paramparça olmuştur.
Tüm sözleri iflas etmiştir.
Başbakan aynı zamanda suç işlemekte, mahkemelerin bağımsızlığını zedelemekte, dün övdüğü ve terfi ettirdiği savcıları şimdilerde iş takipçisi olmakla hayasızca suçlamaktadır.
Yargı kendisine dokununca birden bire ayağa kalkan, ortalığı velveleye veren Başbakan’la geçecek bir saniye bile israftır, vakit kaybıdır ve hepimizin omuzlarına yüklenmiş bir vebaldir.
Türk milleti hala bu kendini bilmeze tahammül edecek midir?
AKP’ye oy vermiş muhterem kardeşlerim bu kelepir siyasetçiye hala katlanacak mıdır?
Türkiye’de iktidarın el değiştirmesi için daha ne lazımdır?
Demokrasinin usul ve kuralları doğrultusunda değişimin olması için daha nasıl bir facia beklenmektedir?
Tıkanan sistemin açılması, istikrara ulaşılması, parti diktasından demokratik nizama kavuşulması için gün bugün değilse ne zamandır?
Devletin düzlüğe çıkması için Başbakan Erdoğan gitmelidir.
Türk milletinin selamete ve saadete kavuşması için Başbakan ve hükümeti sandık yoluyla gönderilmelidir.
Başbakan Erdoğan; “hedef benim” derken yandaş kalemler topluca “hedef Erdoğan’sız Türkiye’dir” diyerek önemli bir konuya parmak basmışlardır.
Evet biz, Erdoğan’sız, AKP’siz, PKK’sız, hainsiz, Öcalan’sız, BOP’suz, kansız, dertsiz, ağrısız, sızısız güzel bir Türkiye istiyor, MHP’nin iktidar olduğu mutlu ve kutlu bir Türkiye için mücadele veriyoruz.
Değerli Milletvekilleri,
Başbakan Erdoğan 4 Ocak günü Dolmabahçe temaslarına yeni bir halka daha eklemiştir.
Çoğunluğunu yandaş gazeteci ve yazarların oluşturduğu 47 kişi Dolmabahçe’de Başbakan’la buluşmuş ve hasret gidermiştir.
Bize göre bu ikinci ve adı konmamış sözde akil adamlar operasyonu için hazırlık ve alıştırma evresidir.
Başbakan Erdoğan bu toplantıya kıdemli akillerden bazı isimleri de çağırmış, muhtemeldir ki, onların tecrübelerinden acemilerin faydalanmasını amaçlamıştır.
Dolmabahçe’ye katılan değerli birkaç ismi dışarıda tutarak şunu söyleyebilirim ki, yandaş olduğu kadar gazeteciliği ve yazarlığı da lafta kalan kuru kalabalık yeni bir psikolojik harekatın failleri olarak kendilerini Başbakanlarına sunmuşlardır.
‘Rüşvet ve Yolsuzluk Soruşturması’nın üstünü örtebilmek, gündemi farklı alanlara kaydırabilmek amacıyla bu klonlanmış akiller ihtimaldir ki el altında görevlendirilmiştir.
Başbakan’ın Dolmabahçe konuşması da esasen buna işaret etmekte, buna gönderme yapmaktadır.
Türkiye rüşvet ve yolsuzluk haberleriyle sallanırken, Başbakan yine yargıya kafa tutmuş, 17 Aralık’ta tüm emniyet ve adalet hiyerarşisinin atlandığını söyleyerek hırsızlığı kenara almıştır.
Başbakan tavşana kaç tazıya tut demekte, cambaza baktırarak delilleri karartmakta, şüphelileri kollamaktadır.
Başbakan’a göre sabah operasyon yapılmış, akşama sorgu ve mahkememe süreci bitmiş, adeta infaz sürecine geçilmiştir.
Bu gelişmelerden çıkardığımız sonuç kabahatin yargıya yüklendiği gerçeğidir.
Yürürlükteki Anayasa’nın 9’ncu maddesi; yargı yetkisinin, Türk milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılacağını ifade etmektedir.
Anayasa’nın 10’ncu maddesinde yer bulan “herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.” amir hükmü tartışma götürmeksizin ortadadır.
Yine Anayasa’nın 38’nci maddesi gereğince, “Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu sayılamaz.” kuralı hepimizin gözü önündedir.
5237 Sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 3’nci maddesinde de, kanunun uygulanmasında hiç kimseye ayrıcalık tanınamayacağı belirtilmiştir.
Başbakan Erdoğan bu hukuki gerçekleri görmezden gelerek, egemenliğin milletten alınıp yargıya devredilmeye çalışıldığını söylemiş, bu iddiasına 47’nin arasından bir kişi bile itiraz edecek cesaret ve dirayeti gösterememiştir.
Herkes sahibinin sesini huşuyla dinlemiş, tazimle onaylamış ve açıklamalara keramet yükleyerek takdir toplamıştır.
Başbakan’a bir cesur kalem çıkıp da, “Rüşvet ve Yolsuzluk Soruşturması”nı niçin komploya bağlıyorsunuz, iddiaların araştırılmasından ve incelenmesinden niçin bu kadar korkuyorsunuz diyememiştir.
Eğer 47 kişi yerine, sadece 47 sandalye olsaydı ve Başbakan boş salona hitap etseydi bu kadar pişkin, bu kadar fütursuz olamazdı.
Başbakan görevini yapmaktan alıkonulan savcının direkt kamuoyuna mesaj vermesini ve HSYK’nın Adli Kolluk Yönetmeliği’yle ilgili açıklama yapmasını tehdit olarak uyuşuk kalemlerin huzurunda ileri sürmüştür.
Yani rüşvet tehdit değildir, yolsuzluk tehdit olarak görülmemiştir, bunun yerine yargının kendini savunması tehdit olarak yorumlanmıştır.
Dahası yargının içine yuvalanmış örgütsel mantıkla, örgüt içi dayanışmayla darbe yapılmak istendiğini vurgulamıştır.
Nasılsa kale boştur.
Nasılsa Başbakan nereden vurursa vursun, top avuta gitse dahi gol diye sevinç çığlığı atacak yardakçılar etrafındadır.
Başbakan Erdoğan devletin tüm erklerini çökertmiş ve çalışamaz hale getirmiştir.
Devlet fason siyasetçiler eliyle, falsolu ve defolu vicdanlar marifetiyle kilitlenmiştir.
Karşımızda yargı, yürütme ve yasama krizi vardır.
Bunun önüne geçilmezse hepimizi içine çekecek bir felaket önümüzde durmaktadır.
Türkiye örgüt olarak lanse edilenlerin vesayeti altına girmiştir de bundan bir tek Başbakan’ın haberi mi olmamıştır?
Sorarım sizlere, bu nasıl bir devlet yönetimidir?
Bu nasıl bir hükümettir ve kimlere hizmet etmektedir?
Yargının ve yürütmenin içine sızan paralel örgüt mensuplarının kararnamelerini kim hazırlamış, atama ve tayin kararlarını kim almıştır?
Başbakan bir örgüte devleti göz göre göre teslim ediyorsa, son yurdumuzdaki güvenliğimiz, milli varlığımız nasıl ve kimler tarafından korunacaktır?
Dün her sorun karşısında sözde Ergenekon örgütü gösterilirken, bugün değişik bir örgütün doğmasına kim ya da kimler neden olmuştur?
Koskoca Türk devletini çetelere, kaset imali yaptığı söylenen örgütlere ve paralel yapılanmalara peşkeş çeken Recep Tayyip Erdoğan nelerden ve ne hakla sızlanmaktadır?
Suç sabittir ve suçlu AKP’nin Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’dır.
Başbakan’ın yakınmaya, dert yanmaya, inlerine gireceğiz diyerek insanları hayvan yerine koymaya ne hakkı vardır?
Bize göre gündemde yargı darbesi değil, iktidar darbesi ve ihaneti vardır.
Aziz milletim bu gerçekleri görmelidir.
“Ya Allah Ya Bismillah” diyerek küpünü dolduran, ne var ne yok götüren, yandaşını, yakınını, eşini ve dostunu haram para içinde yüzdüren devrin Calut’larını Türk milleti bağışlamamalıdır, inşallah da bağışlamayacaktır.
Değerli Milletvekilleri,
Başbakan Dolmabahçe’deki düzeneği bahane ederek kamuoyunun algısını farklı yerlere kanalize etmeye teşebbüs etmiştir.
Bunlardan en önemlisi ise “Yeniden Yargılama” konusudur.
Başbakan’a itibar edersek, dürtülerine teslim olan malum danışmanı “kumpas” tanımlamasıyla TSK’nın önünü açmıştır.
Kumpas sözlük anlamı itibariyle hile yapmak, tezgah ve düzen kurmak anlamına gelmektedir.
Her kapıyı açan anahtar olarak kullanılan bu sözcüğün tedavüle sokulmasıyla TSK ve YARSAV suç duyurusunda bulunmuş, Türkiye Barolar Birliği hemen vaziyet almıştır.
Bunlara ilave olarak yeniden yargılanma meselesi dolaşıma girmiştir.
Ve çok geçmeden Başbakan, Dolmabahçe görüşmelerinde yeniden yargılanmaya olumlu baktığını, bunun da bir hak olduğunu söylemiştir.
Sanki ortada rüşvet ve yolsuzluk salgını yokmuşçasına hareket eden, Başbakan’a yönelik şirinlik ve sevimlilik yarışına giren Türkiye Barolar Birliği Başkanı da devreye girmiş, kendince inisiyatif almıştır.
Kumpasla yolsuzluğun ve rüşvetin üzeri kapatılarak gündeme asıl mecrasından koparılmak üzere yeni baştan planlı bir müdahale yapılmıştır.
Bu sinsi bir kurgudur.
Bizim açımızdan meselenin garip ve kuşkulu tarafı gündem ibresinin birden bire ve aceleyle yeniden yargılanma konusuna sabitlenmiş olmasıdır.
Esasen hukukun kendi içinde yeniden yargılanma yolu açık ve bellidir.
Bunun dışında geçmişteki yargılamaları yenilenme çabası, yapılan yanlışların dolambaçlı yollardan itiraf ve teyidinden başka bir anlama gelmeyecektir.
Sormak ve öğrenmek isteriz ki, Türkiye Barolar Birliği Başkanı acaba Başbakan’a rüşveti ve yolsuzluk iddialarını hatırlatacak fazileti göstermiş midir?
Ülkemizin şu anki ihtiyacı Ergenekon’dan Balyoz’a, KCK’dan Şike Davasına kadar yeniden yargılama imkanını tanımak mıdır?
Madem TSK’ya kumpas kurulduğu zımnen kabullenilmiştir, önce bu kumpasın tarafları her kimse ifşa edilip mutlaka hakim karşısına çıkarılmalıdır.
2007 yılından beridir mağdur edilen, yıllarca cezaevinde süründürülen ve darbeyi aklından dahi geçirmeyen vatansever asker kişilerin bedelini kim ödeyecektir?
Aradan yedi yıl geçtikten sonra “pardon” demek düne kadar darbe davalarının savcısı olmakla mangalda kül bırakmayan Başbakan’ı ve kumpas taraftarlarını kurtaracak mıdır?
Hadi kurtardı diyelim, o halde TSK bunu nasıl içine sindirecek, hakkı gasp edilmiş, Silivri’yi, Hasdal’ı, Sincan’ı çilehaneye çevirmiş ve asıl darbecilerle hiç işi olmamış kahramanların ve ailelerinin yüzüne nasıl bakılacaktır?
Merak ediyorum, Türkiye Barolar Birliği Başkanı kanun değişikliğiyle avunurken bunları düşünmüş ve bu sorular üzerinde kafa yormuş mudur?
Şimdi başta hükümet olmak üzere, malum çevreler bize; “Ergenekon davası hataydı, Balyoz uydurmaydı, darbeciler masumdu” demeye mi çalışmaktadır?
Yılların hesabını kim verecek, intihar eden subaylar nasıl geri gelecek, Türk ordusunun teröristlerle aynı kategoriye sokulmasını, genelkurmay başkanlarının terör örgütü kurmaktan ceza almasını kim nasıl izah edecektir?
PKK’lıları serbest bıraktırıp, Meclis’te Anayasa değişikliği için uzlaşanlar milli vicdana ne diyecektir?
Sayın Engin Alan’ı 18 yıla mahkum edenler ve bu mahkûmiyetten 56 gün sonra Anayasa’ya müracaatla tutuklu milletvekili sorununu fiilen çözmeyi akıl ederek PKK’nın önünü açanlar kime ne anlatmaya çalışmaktadır?
Başbakan Erdoğan ve hükümetinin gizli gündeminde, kumpası gerekçe yaparak İmralı canisini ve tutuklu PKK’lıları yeniden yargılayıp serbest bırakmak var mıdır?
Biz 2011 seçimlerinden beri tutuklu milletvekillerinin sorununu çözelim dedik, kimseden ses çıkmadı.
Teklifler getirdik, duyan ve ilgilenen bile olmadı.
Çelişki abidesi Başbakan ise, “bana mı sordunuz da milletvekili yaptınız” diyerek uzlaşmaya hiç yanaşmadı.
Fakat son birkaç gündür yeniden yargılanma sakızı herkesin ağzındadır.
Tüm taraflara açık açık söylüyorum, kumpasçılar hesap vermeden, kumpasın gayesi net olarak ilan edilmeden, TSK üzerinden PKK’ya ve İmralı canisine can simidi uzatılmasını tasvip etmeyiz, buna karşı da sonuna kadar direniriz.
4 Temmuz 2011 tarihli Meclis Grup toplantımızda, sanki bugünleri görmüşçesine aynısıyla şunları söylemiştim:
“İmralı, Silivri ve KCK arasında denge arayışları varsa ve mesela Sayın Engin Alan bölücülere karşı rehin olarak tutuluyorsa, er ya da geç bunun hesabını sormak bizim için namus borcu olacaktır.”
Bu öngörümüz, şu günkü ortamda gerçekleşmeye başlamıştır.
Bizim için İstanbul Milletvekilimiz Sayın Engin Alan baştan beri suçsuzdur.
PKK’lıların serbest bırakılıp onun içeride kalması ise şerefsizce yazılan iğrenç bir senaryonun sonucudur.
Biz hak ve hukukun yerini bulması ve milletvekilimizin aramıza dönmesi için tüm mücadelemizi yapmaktan geri durmayacağız.
Her ne kadar prensipte yeniden yargılanmaya olumlu baksak da, bu yolla PKK’nın aklanmasına, İmralı canisinin affına kesinlikle müsamaha göstermeyecek, milletimizin aleyhine olacak her adımın karşısında kararlıca duracağız.
Bu düşüncelerle sözlerime son verirken siz muhterem milletvekillerini ve değerli misafirleri bir kez daha sevgi ve saygılarımla selamlıyorum.
Sağ olun var olun.
Bir yanıt bırakın