Genel Başkanımız Sayın Devlet Bahçeli: İktidar şarkıyla kurulmadı, hükümet şarkıyla oluşmadı, velev ki iddialar doğru olsa bile bir şarkıyla yıkılmaz, yıkılamaz

Cumhur İttifakı Millet Aklı

Genel Başkanımız Sayın Devlet BAHÇELİ’nin, TBMM Grup Toplantısında yapmış oldukları konuşma. 22 Şubat 2022

Değerli Arkadaşlarım,

Değerli Basın Mensupları,

Bu haftaki Meclis grup toplantımıza başlarken hepinizi saygı ve sevgiyle selamlıyor, başarılarla dolu bir hafta geçirmenizi Allah’tan niyaz ediyorum.

Toplantımızı yurt içinden ve yurt dışından takip eden aziz vatandaşlarımızı,  gönül ve kültür coğrafyalarımızda varlık ve birlik mücadelesi veren muhterem kardeşlerimizi gönülden selamlıyorum.

Şiddet, vahşet ve kaba güç gösterisi genel olarak psikolojik tükenmişlik yaşayan aciz ve kompleksli insanların harcıdır.

Sorunların konuşarak değil de kavgayla, hatta kan dökerek çözüme kavuşacağını zannedenler derin bir yanılgı ve yanlışın pençesinde olan hasta ruhlulardır.

Şiddet, aklın dağılması, vicdanın duyarsızlaşması, kalbin durağanlaşmasıdır.

Şiddetin olduğu yerde hayır yoktur, huzur yoktur, hulus yoktur.

Özellikle kadınlarımızı, kızlarımızı, çocuklarımızı, masum insanlarımızı hedef alan saldırı ve şiddet dalgası herkesin, hepimizin ortak şikayet konusudur.

Bu dalganın kırılması, bu dalganın göğüslenmesi insanlık onuruna karşı en büyük hizmet ve görevdir.

Geçen hafta maalesef yaşı henüz 16 olan bir kız çocuğumuz hunhar bir cinayetle hayattan koparılmıştır.

İnternetten tanıştığı katil ile önce nişanlanıp sonra da ayrılan Sıla isimli kızımız ilerleyen süreçte teferruatla anlatmaya dilimizin varmadığı vahşet dolu bir saldırganlık türüyle katledilmiştir.

Esasen kelimelerin boğazımıza düğümlendiği, cümlelerin hükmünü kaybettiği bir aşamaya geldiğimiz malumlarınızdır.

Beyaz gelinliğiyle evinden çıkması gereken bir kız çocuğu kefene sarılarak bu dünyadan göçmüş, arkada bıraktıkları yakınlarını da kedere boğmuştur.

Şiddetin muhakkak önüne geçmek mecburiyetindeyiz.

Kadınlarımıza, kızlarımıza, çocuklarımıza kast eden, yumruk atan, kurşun sıkan, bıçak sallayan alçakları en ağır şekilde cezalandırmak adalet ve hukukun temel görevi, hepimizin takibini yapması gereken başlıca konudur.

Şiddete tolerans gösterilemez, iyi niyet hali uygulanamaz, pişmanlık hükümleri tatbik edilemez.

Aksi olursa şiddet teşvik edilmekle kalmayacak, bir bakıma ödüllendirilmiş olacaktır.

Kadına yönelik saldırılar maneviyat ve medeniyet ilkelerimizin çiğnenmesi, haklı yere övündüğümüz değerlerin gölgelenmesi demektir.

Hatırlarsanız 16 Kasım 2021 tarihinde yapmış olduğumuz Meclis grup toplantımızda kadına yönelik şiddete karşı görüşlerimizi paylaşmıştım.

Parti olarak, kadına şiddetin engellenmesi, mütemadiyen yaşanan cinayetlere bir son verilmesi hususunda 6 maddeden teşekkül eden tekliflerimizi kamuoyunun dikkatine sunmuştum.

Bu tekliflerimizi özet halinde tekrar ifade edecek olursam şunları söylemek mümkündür:

26’ıncı dönemde TBMM’ye sunmuş olduğumuz ve uzun bir hazırlığın mahsulü olan Ruh Sağlığı Yasa Teklifi’nin bir an evvel görüşülüp yasalaşmasını,

Çocuk istismarı, kadın cinayetleri, tecavüz suçlarında caydırıcı, kalıcı ve kapsayıcı sonuçlar alabilmek için gerekirse idam cezasının bile tartışmaya açılmasını,

Medyada kadınlara yönelik cinayetlerin tekrar tekrar gösterim ve ifşasına kesinlikle son verilmesini, şiddeti özendirip teşvik edecek her türlü yayın ve haberden kaçınılmasını,

Bizi bize anlatan, değerlerimizle beslenen, aldatmanın, cinayetin, şiddet dilinin gösterilmediği dizi filmlerin hazırlanmasını,

Üniversitelerin sosyoloji, psikoloji, psikiyatri, felsefe, ilahiyat gibi bölümlerinde görev alan değerli akademisyenlerin öncülüğünde ülkemizin şiddet haritasının çıkarılmasını, şiddetle mücadelede ufuk ve yol açıcı çalışmaların yapılmasını,

Son olarak da insanlığa ve istikbale bakış vizyonumuzu belgelendiren “İnsanlığın Huzuru Projemiz”in her yönüyle tanıtılmasını, tartışılmasını ve toplumun her kesimine ulaştırılmasını önermiş, bu düşüncelerimi sorumluluk bilinciyle gündeme getirmiştim.

Bugün de aynı çizgideyiz, aynı görüşteyiz, somut önerilerimize kulak verilmesini temenni ediyoruz.

İnsan huzurunu tescillemeden, insanlık huzuruna saygın destekler vermeden gelişme, kalkınma, büyüme, zenginleşme, yükselme ümitleri ne yazık ki boşluğa düşecek, bu mücadele sürecinin bir ayağı da topal kalacaktır.

En başta 16 yaşındaki Sıla kızımız olmak üzere, cinayete maruz kalan bütün kadınlarımıza, kızlarımıza ve insanlarımıza Allah’tan rahmetler niyaz ediyorum.

Kadınlarımızı hedef alan şiddeti bütün gücümle lanetliyorum.

Bu dünyanın, bu hayatın, dışarıdaki güneş ışığının azılı katillere zindan edilmesini yürekten diliyor, kalbimizin masum ve mazlumlarla bir attığını kararlılıkla vurguluyorum.

Değerli Arkadaşlarım,

Biz, içine kapanmış, yüksek gayelerden mahrum, kabuktan dışarı çıkamamış, vizyonu kısıtlı, misyonu kırılgan bir hareket değiliz, çok şükür hiç olmadık, hiç de olmaya niyetimiz yoktur.

Nihai hedefi İ’la-yi Kelimatullah olan kutlu bir davanın soluğunun kesilmesi, mücadelesinin kesintiye uğraması, ufuk ötesindeki ufku görebilen bir kavrayış sırrından uzak olması tabiri caizse hayalin hayalidir.

Milliyetçi Hareket Partisi pergelin çivili ucunu başkent Ankara’ya koyup hareketli ucuyla da dünyayı 360 derecelik açıyla tarayan, tahayyülüyle buluşturan, tarihin alacakları yeri ve zamanı geldiğinde tahsil etmek için hazırda bekleyen Türklüğün zafer nişanesidir.

Muhterem ecdadımızın “Dünyanın Allah tarafından tasarrufumuza tevdi edildiğini” söylemesi, hakimiyet ve hükümran mazimizin omuzlarımıza yüklediği devasa bir sorumluluğun aynı zamanda tarihsel itirafıdır.

Küçük düşünenlerin gölgesiyle beraber gelecekleri de küçüktür.

Türklüğün jeopolitik alanında küçük düşünmek geride kalmaktır, yem olmaktır, yutulmaktır.

Biz ne geride kalacağız, ne yem olacağız, ne de yutulacağız.

Allah’ın izniyle yürüdük mü tozumuza bile yetişemezler; ayağa kalktık mı yükselişimizin hızını idrak bile edemezler.

Kim bizi yutmaya kalkarsa boğazına dururuz, hepsinin birden nefesini keseriz, bununla da kalmayız cüretkar hezeyanlarını çok ağır şekilde ödetiriz.

Bilmeyen varsa hatırlatayım, kabulde zorluk çeken varsa açıkça ifade edeyim, bizim adımız Türk milletidir.

Biz medeniyetlere beşiklik, milletlere bilirkişilik yapan bir yönetim kudretinin, bir tarih kuvvetinin, bir kültür kucaklaşmasının varisiyiz, büyük bir ecdadın bugünkü ahfadıyız.

Bugün 3 kıtada, 34 ayrı ülkede manevi anıtlarımız olan 80 şehitliğimiz izimizin ne kadar derinlerde, ismimizin ne kadar geniş coğrafi alanlarda yankılandığının ispatı ve ilanı değildir de nedir?

“Bir Türk dünyaya bedeldir” inancı öylesine söylenmiş, hamasetle sözleşmiş bir beyan değil, hakikatin beşeriyete ve cihana tebliğidir.

Doğal ve doğru olacağı üzere, nerede bir soydaşımız, hangi coğrafyada bir din kardeşimiz varsa gözümüz oradadır, gönlümüz oralarla ve onlarla birliktedir.

Karabağ’dan Kırım’a, Kaşgar’dan Kerkük’e, Kıbrıs’tan Kudüs’e, Keşmir’den bütün Türk ve İslam yurtlarına varıncaya kadar üç hilalin anıları vardır, ayak izleri vardır, halen sızlayan acıları vardır, silinemeyecek adı ve şanı vardır.

Mesela Hocalı bunlardan yalnızca birisidir.

Tam 30 yıl evvel, yani 1992 yılının 25 Şubat’ını 26 Şubat’a bağlayan zulmet dolu bir gecesinde Dağlık Karabağ’ın Hocalı Kasabası’nda soydaşlarımızın kanı dökülmüş, canımızdan can gitmiştir.

Hocalı hala için için kanayan, kabuk bağlamamış, tedavi edilmemiş bir yaradır.

25-26 Şubat 1992 tarihinde 7 bin nüfuslu Hocalı’da bir soykırım suçu işlenmiştir.

Aralarında çocukların, kadınların ve yaşlıların bulunduğu 613 soydaşımız şehit edilmiş, 487 soydaşımız yaralanmış, geride kalanlar yerinden yurdundan edilmiştir.

1949 tarihli Cenevre Sözleşmesi, Birleşmiş Milletler Soykırım Suçu’nun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi, Sivil ve Siyasi Haklar Sözleşmesi, İşkence ve Diğer Zalimane, İnsanlık Dışı veya Onur Kırıcı Muamele veya Cezaya Karşı Sözleşme, ilaveten Çocuk Hakları Sözleşmesi Hocalı’da ihlal ve inkar edilmiştir.

Bir defa bu açık ve çarpıcı gerçeğin kabulü bölge barışı açısından şarttır ve kaçınılmazdır.

Hocalı, Dağlık Karabağ’ın incisi, stratejik değeri çok fazla olan yurt köşesidir.

Ne üzücüdür ki, hala tutsaktır, hala zincirlidir, hala feryat etmektedir.

Elbette İkinci Karabağ Savaşı’yla kardeş ve dost ülke Azerbaycan Ermenistan’ın kontrolündeki vatan topraklarının yüzde 80’nini geri almış, 44 gün içinde muazzam bir zafere imza atmıştır.

Ermenistan’ın takip ettiği yayılmacı nitelikli “yeni savaşlar, yeni topraklar” politikası zor kullanılarak çöpe atılmış, Türk coğrafyası dirilmiş ve uyanışa geçmiştir.

27 Eylül-9 Kasım 2020 tarihleri arasında, Azerbaycan ordusunun kahraman neferleri her cephede, her çatışma hattında silahlı Ermenileri ezip geçmiş, vurup yıkmıştır.

Sonuç olarak, Karabağ’da 290’dan fazla yerleşim yeri özgürlüğüne kavuşmuştur.

Türk’ün damarına basanlar, vatanına göz koyanlar, varlığına silah doğrultanlar, bağımsızlığıyla oynayanlar doğduklarına pişman edilmişler, layık oldukları hezimetle tanışmışlardır.

Kubadlı, Zengilan, Cebrail, Fuzuli gibi stratejik reyonların yanında, Laçin, Hocalı, Terter, Hocavend’e bağlı pek çok köy ve yerleşim yeri kurtarılmıştır.

Türkiye-Azerbaycan dayanışması İkinci Karabağ Savaşı’nda zaferi belirleyen iradeyi tesis etmiştir.

Türk’ün Türk’e omuz vermesi müstevlileri paçavraya çevirmiş, bir elin nesi varsa iki elin gücü olduğu tüm haşmetiyle, tüm heybetiyle, tüm görkemiyle cümle aleme gösterilmiştir.

Türk milletinin tek yürek olması zalimlere unutamayacakları bir ders vermiştir.

İHA’larımız, SİHA’larımız destan yazmış, elektronik harp sistemleri hayranlık uyandırmış, bu sayede Azerbaycan lehine sahada üstünlük kurulmasının önü açılmış, Türklüğün jeopolitik gücüne güç katılmıştır.

Azerbaycan ile Ermenistan arasında imzalanan 10 Kasım 2020 tarihli anlaşma muhtırası zaferi teyit, değerli kazanımları ihtiva eden tarihi bir belge hükmündedir.

İnanıyorum ki, Dağlık Karabağ’ın bütünüyle hak sahibi Azerbaycan’a geçeceği dönem de gelecek, başta Hocalı olmak üzere ecdat yadigârı vatan toprakları Türk milletinin emanetine mutlaka tevdi edilecektir.

Çünkü Hocalı Türk’tür, Dağlık Karabağ Türk’tür, bu topraklar Türk’ün ebedi yurdudur.

Bu tarih gerçeğini hiçbir zalim emel, hiçbir muhasım çevre değiştiremeyecek, yürüyen kervana taş koyamayacaktır.

Bir kere kalkan bayrak asla inmeyecektir.

Ezanlarımız susmayacaktır.

Vatanımız bölünmeyecektir.

Mukadderatımız yıkılmayacaktır.

Ankara-Bakü birlikteliğini stratejik bir müttefiklik hukukuyla resmileştiren 15 Haziran 2021 tarihli Şuşa Beyannamesi Türk milletinin ortak irade tezahürüdür.

Bu Beyanname’nin 3 Şubat 2022 tarihinde TBMM’de kabulüyle birlikte resmileşmesi de temin edilmiştir.

Kafkaslar’da fiili işgal ve istila girişimi hevesine kapılanların, Türk yurtlarında yeni oyunlar peşinde koşmaları muhtemel bir tehdit olarak önümüzde durmaktadır.

Kazakistan’da testi yapılan, hitamında Ukrayna hududuna sıçrayan kaotik iklimin bilhassa Azerbaycan ve diğer Türk Cumhuriyetlerine sirayet etmemesi hususunda azami bir dikkat ve uyanıklık içinde hareket etmek hayati önemdedir.

Ortadoğu’dan sonra Orta Asya’nın da istikrarsızlık ve çatışma ortamına çekilmesi felaketler dönemini, iç kargaşa ve ayrılıkçılık emellerini peş peşe tahrik edecektir.

Yazılan senaryo vahimdir, bununla mündemiç şirret oyun sinsidir, tehlike büyüktür, paylaşım ve hegemonya çekişmeleri vites yükseltmiştir.

Türkiye-Ermenistan arasında normalleşme arzuları karşılıklılık esasına göre dile getirilip görüşme ve temas kanalları oluşturulurken, aynı anda Ermenistan’ın Karabağ’da zaman zaman tacizlerde bulunması maksatlı ve marazi bir tutumun göstergesidir.

Biz hiç kimseyle savaşalım, küselim, düşman olalım demiyoruz.

Biz hiçbir devletle ilanihaye husumet kamplarına ayrılmayı da aklımızdan geçirmiyoruz.

Ancak muhatap ülkelerden önce dürüstlük bekliyoruz, dengeli tavır umuyoruz, Türkiye’nin ve Türklüğün egemenlik çıkarlarına, tarihi ve bağımsızlık haklarına önşartsız saygı istiyoruz.

Bu beklentimizi karşılayan ülkelerle iyi komşuluk ilişkilerimizi istikrar içinde sürdürmek elbette vazgeçilmez bir amacımız olmalıdır.

Buna aykırı hareket edenlerle de dişe diş, kıran kırana bir mücadele bizim için milli varlığımızın şeref bahsidir, gereğini yapmak boynumuzun borcudur.

Hocalı’da, İkinci Karabağ Savaşı’nda şehit olan soydaşlarımıza Cenab-ı Allah’tan rahmetler diliyor, Türk milletinin adı da, şanı da, varlığı da sonsuza kadar yaşasın diyorum.

Vatan şairimiz Merhum Namık Kemal’in dediği gibi, zalim ne kadar pervasız olursa olsun yine zulmün binasını biz yıkarız, dünyanın merkezine atsalar da bizi küre-i arzı patlatır çıkarız.

Muhterem Arkadaşlarım,

Rusya ile Ukrayna arasında süregelen yüksek gerilim günbegün boyut değiştirmektedir.

Başını ABD’nin çektiği bazı ülkelerle bir kısım batı medyası devamlı surette savaşın her an çıkabileceğini iddia etmektedir.

Birleşik Krallık Başbakanı Boris Johnson, Rusya’nın İkinci Dünya Savaşı’nda bu yana, Avrupa’daki en büyük savaşa hazırlandığına yönelik ellerinde istihbarat olduğunu açıklamıştır.

Kiev’in kuşatılarak bir işgale hazırlık yapıldığını da iddia etmiştir.

ABD Başkanı ise Birleşik Krallık Başbakan’ıyla eşzamanlı şekilde, Putin’in doğrudan Kiev’i hedef alacağını, önümüzdeki günlerde Rusya’nın Ukrayna’ya saldıracağını ileri sürmüştür.

Buna rağmen tehlikeli iddialar Rusya tarafından yalanlanmış, tekzip edilmiştir.

Ne var ki, aynı Rusya 19 Şubat 2022 tarihinde, balistik ve seyir füzeleriyle gövde gösterisi kıvamında bir tatbikat yapmıştır.

Bu tatbikatı Başkomutan sıfatıyla bizatihi Putin anbean takip etmiştir.

Rusya-Ukrayna sınırında düşük tonlu çatışmaların yaşandığı, bombaların patladığı, OHAL ilanlarının yapıldığı, sivillerin tahliye edildiği anlaşılmaktadır.

Bu iki ülke arasında sıcak gerginliği tırmandıran söz ve eylemlerin gittikçe yoğunluk kazandığı da gözlemlenmektedir.

Rusya Parlamentosu’nun alt kanadı olan Duma’da ayrılıkçı Donetsk ve Luhansk bölgelerinin ayrı birer bağımsız cumhuriyet olarak tanınmasını içeren tasarının onaylanarak Putin’e sunulması yangına körükle gitmekten başka bir anlam taşımamıştır.

Üstelik Putin, çözüm ortamının yeşerebilmesi için bu iki bölgeye Minsk Anlaşmaları çerçevesinde “Özel Statü” verilmesi gerektiğini savunmuştur.

Bu durum Ukrayna’nın fiilen güneyinden sonra doğusundan da bölünmesinden başka bir anlama gelmeyecektir.

Rusya Dışişleri Bakanı’nın “Batı’nın Ukrayna çevresindeki histerisi bizi şaşkınlığa uğratıyor” sözlerindeki mana bütünlüğüyle, Putin tarafından ifade edilen, NATO’nun doğuya genişleme siyasetinden rahatsızlık duyulması, aynı oranda Ukrayna’nın toprak bütünlüğüne saygıyla dengeli ve uyumlu olmamıştır.

Menzili 2 bin kilometreyi bulan hipersonik füzelerin durup dururken Rusya eliyle Akdeniz’e taşınması da bizim nazarımızda son derece kuşkulu bir adımdır.

Putin, geçen hafta Ukrayna sınırından askerlerinin çekileceğini söylese de, ABD Dışişleri Bakanı asker çekilmediğini, bilakis kritik askeri unsurların sınıra doğru sevk edildiğini açıklamıştır.

Müteakiben NATO, çekilme için yeterli kanıt olmadığını vurgulamıştır.

Hem ABD hem de Rusya şu andaki statüko çerçevesinde söylersek, barış ve istikrara hizmetten ne yazık ki uzaklara savrulmuşlardır.

Rusya’yla güvenlik konularında müzakereye açığız diyen Biden, bir yönüyle Ukrayna’nın egemenlik haklarını da zedelemiştir.

Bizim bildiğimiz, Ukrayna’nın vesayet altında olmadığı, iradesini yabancı başkentlere devretmediğidir.

Ukrayna’nın geleceğini veya güvenliğini konuşacak tek mercii bu ülkenin yönetimini teşkil eden kişiler, daha doğrusu tüm Ukrayna vatandaşlarıdır.

16 Şubat 2022 tarihinde toplanan NATO Savunma Bakanları toplantısında, NATO’nun Avrupa’nın orta ve güneydoğusuna muharip birlikler konuşlandıracağı kararlaştırılmıştır.

Ukrayna Devlet Başkanı, “Ukrayna’ya düşen bomba Avrupa için bir tehdittir” ifadesiyle sıcak temas ve çatışma alanını da tarif etmiştir.

Rusya’nın ilk kez temsilci göndermediği 58’inci Münih Güvenlik Konferansı da Kafkaslar’da tırmanan gerilimin gölgesinde toplanmıştır.

NATO Genel Sekreteri, bu Konferans kapsamında yaptığı konuşmada, Rusya’nın Ukrayna sınırından asker çekmediğine, çatışma riskinin bulunduğuna değinmiştir.

Milliyetçi Hareket Partisi olarak, Rusya-Ukrayna arasında muhtemel bir savaşı kesinlikle doğru bulmuyor, bu cinayet teşebbüsüne hiç kimsenin ortak olmamasını temenni ediyoruz.

Barış, huzur ve istikrarın kökleşmesi için diplomasi ve diyaloğun tek çıkar yol olduğuna inanıyoruz.

Savaş yanlıştır, insanlığın kaybetmesidir.

Ayrıca savaş çığırtkanlığı yapan, savaş çıktı çıkıyor yaygarası koparan ülkelerin asla iyi niyetli olmadığı kanaatindeyiz.

İtidalli, ihtiyatlı, sağduyulu ve soğukkanlı politikalar her ülkenin çıkarınadır.

Ukrayna’nın siyasi ve toprak bütünlüğüne mutlaka saygı duyulmalıdır.

Rusya’nın bu konudaki sorumluluğu ziyadesiyle fazladır.

Son bilgiler dahilinde, Rusya-Ukrayna krizinde tarafların diplomatik çözüm konusunda uzlaştığının telaffuz edilmesi iyimserliğimizi ve umudumuzu her risk ve tehdide rağmen tazelemiştir.

Rusya ile Ukrayna arasında kıvılcımı tutuşturulan bir çatışma ve savaş halinin bölgesel ve küresel çapta büyük sarsıntılara, devasa yarılmalara yol açacağını görmek lazımdır.

ABD ile Rusya’nın bu savaş ihtimali üzerinden nüfuz alanlarını genişletme arayışları, birbirlerinin gücünü tartma stratejileri, tehdit altındaki ülkelere daha da yerleşme siyasetleri adil, adalet, ahlak ve hakkaniyet ölçüleriyle bütünüyle terstir.

Dünya Rusya-Ukrayna arasındaki cepheleşmeye kilitlenmişken, Münih Güvenlik Konferansı’na katılanlar arasındaki bir isim de gözümüze çarpmıştır.

Türkiye’yi temsilen Milli Savunma Bakanımız bu Konferans’a katılmışken, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı’nın da Münih’e gitmesi dikkat çekmiştir.

Belediyenin işleri bitti de sırayı Münih Güvenlik Konferansı mı aldı?

İstanbul Belediye Başkanı Münih’te hangi sıfat, hangi görev, hangi sorumlulukla bulunmuştur?

Bu şahıs ne geziyor Münih’te? Ne arıyor Konferans koridorlarında? Neyin lobi çalışmasını yapıyor?

Şayet bizim bilmediğimiz, sır gibi mahfuz tuttuğu bir görevi varsa söylesin de öğrenelim.

Üstüne vazife olmayan konularda görüş bildirmeye meraklı bu belediye başkanı Rusya-Ukrayna arasındaki barışçıl diyalog için hazır olduklarını açıklamış.

Diğer yandan açık açık Türk demokrasisinin yetersizliğinden bahsetmiş.

İstanbul’un demokrasiye aç olduğunu, Türkiye’de demokrasinin sakatlandığını, ama ölmediğini, kurumların yıprandığını, Avrupa değerlerine ve demokratik normlara özlemin arttığını ifade etmiş.

İstanbul Belediye Başkanı, hiç utanmadan, hiç sıkılmadan, hiçbir yüz kızarıklığı emaresi göstermeden Türkiye’yi kötülemiş ve kötü göstermiştir.

Bu jurnalciliktir, köksüzlüktür, kimliksizliktir, skandal bir rezalettir.

Türk milletinin oyuyla seçilen bir belediye başkanının yabancı ülkelerde milletin irade, tercih ve takdirinden şikâyet etmesi kararmış ve fosilleşmiş zihniyetini ele vermiştir.

Üstelik Türk ve Türkiye düşmanlığı aleni olan, PKK ve HDP sevdasını her fırsatta dile getiren devşirilmiş sözde siyasetçi Cem Özdemir isimli şarlatanla fotoğraf çektirip kucaklaşması soysuzluğun ete kemiğe bürünmesidir.

Bu Türkiye muhalifi çürümüşle aynı kareye girmek, beraberce gülücükler saçmak PKK’yla buluşmak demektir, HDP’ye zeytin dalı uzatmak demektir, haçlı emellerine ikram demektir, bölücülüğe hizmet demektir, şerefli bir davranış da sayılamayacaktır.

İstanbul sorun yumağı olmuşken, Münih’te gezen, siyaset cambazlığına heves eden, destek toplamaya çalışan, kulis yapmaya kalkışan İmamoğlu’nun İstanbullu kardeşlerimin iradesini hiçe saydığı, batının maşalığına talip olduğu ayan beyan ortaya çıkmıştır.

İstanbul demokrasiye aç olsaydı, sen ekmeğe muhtaç olurdun.

İstanbul demokrasiye aç olsaydı, Münih’in yolunu zor bulurdun.

Türkiye’de demokrasi sakat olsaydı, belediye başkanlığı koltuğuna oturmayı ancak rüyanda görürdün.

Gittiği yabancı bir ülkede, Türkiye aleyhine tezviratlar yapan bir işbirlikçiye aziz milletimizin ne yapacağını, nasıl bir demokrasi diyetini müstahak göreceğini, kabaran siyasi hesabı hangi vasıtalarla soracağını eninde sonunda herkes görecek ve şahit olacaktır.

Bizim gözümüzde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı mefluçtur.

Dahası yediği ekmeğe, içtiği suya, soluduğu havaya, bastığı toprağa, aldığı maaşa, kullandığı devlet imkanlarına haksızlık yapmış, karşı duruş sergilemiştir.

Ümit ediyorum ki, bu haksızlığın, bu vefasızlığın, bu kadir kıymet bilmezliğin cevapsız ve cezasız bırakılmayacağı da mutlaka görülecektir.

Değerli Milletvekilleri,

Demokrasimizin eksiği olabilir, ama sakat olduğunu iddia etmek akıl tutulmasıdır.

Bizim siyaset anlayışımız gereğince, ülkemizi hiçbir uluslararası toplantı, kuruluş, konferans veya devlet ve hükümet yetkilisi önünde yaralayıcı, yargılayıcı, yıpratıcı ve sorgulayıcı konuşmamak esastır, bu kapsamda tavizsiz tutum siyasi ilkemizdir.

Milli duruş adamlık ister, mertlik ister, tutarlılık ister, ahlak ister, vicdan ister, mensubiyet şuuruna bağlılık gerektirir.

Ne var ki, adına Millet İttifakı denilen, aslında zilletin ta kendisi olan siyasi oluşum bu tablonun tam tersi istikamete yelken açmıştır.

Bu karanlık ittifakın siyasi rant ve ikbal uğruna çarpıtmayacağı değer, tahrip etmeyeceği milli emanet yoktur.

Zillet ittifakının 6+1 formatında planlayıp yuvarlak bir masa etrafında dizilerek gerçekleştirdiği 12 Şubat toplantısı geçtiğimiz hafta boyunca devamlı tartışılmış, bilahare bizim bu toplantıya yönelik isabetli tespitlerimiz haksız ve mesnetsiz eleştirilere uğramıştır.

Yuvarlak masanın can suyu olduğunu söyleyenden tutun da, o masa umudun masası, o masanın genişliği 780 bin kilometrekare diyene kadar pek çok saçma sapan değerlendirme yapılmış ve son tahlilde bu minvaldeki açıklamalar gürültü kirliliğine yol açmıştır.

Mizahi karakteri üst düzeyde olan şu iddiaya bakar mısınız, yuvarlak masa heyecan yaratmış, orada bulunan zillet failleri vatan sevgisiyle bir araya gelmişler.

Madem vatan sevgisine sahipsiniz, o zaman ne arıyorsunuz vatan düşmanlarıyla? Ne yapıyorsunuz vatanı bölmek için mekik dokuyan alçaklarla?

CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, yuvarlak masanın altında yuvarlanan bölücülük odağı HDP’yi daha fazla saklayamamış, en sonunda HDP’nin yok sayılamayacağını, demokrasi konusunda özel bir vurgusu olduğunu söylemek durumunda kalmıştır.

İşte bu suçüstü halidir.

İşte bu itirafname CHP-PKK-HDP ve diğer zillet partileri arasındaki onursuz ilişkiyi tekraren gözler önüne sermiştir.

Zira HDP’lilerin periyodik olarak dile getirdikleri tehditvari beyanları zilletin diğer ortaklarını fazlasıyla uyarmış, dahası uykularını kaçırmış ve masanın altındaki bölücü köstebeğin sisli yüz hattının netleşmesini sağlamıştır.

12 Şubat yuvarlak masa toplantısı hususunda en sivri çıkışı beklendiği ve tahmin edildiği gibi altılı ganyanın favorisi Kobanili Serok Ahmet yapmıştır.

Serokun akıl sağlığıyla ilgili ciddi endişeler taşıdığımı, bu şahsın derhal tıbbi bir müdahaleyle karantina altına alınması gerektiğini düşünüyor, bunu da acil bir ihtiyaç olarak değerlendiriyorum.

Yazık olacak seroka, bu gidişle sefil düşecek, mağdur hale gelecek, Allah muhafaza tedavilere cevap vermeyen acıklı hallere sürüklenecek.

Serok demiş ki, “Türkmen diyarı burası, gelenektir yuvarlak masa.”

Doğrudur, burası Türk ve Türkmen diyarıdır.

Ancak serok Ahmet’in bu diyarla bağı kopalı çok olmuştur, yuvarlak masanın gelenek olduğuna dair iddiası da kuyruklu yalanlarına bir yenisini ekleyen bayağı bir uydurma olarak hafızalara kazınmıştır.

Onların sofrası Halil İbrahim Sofrası, bizim soframız da kurtlar sofrasıymış.

Halil İbrahim sofrası mı yoksa hüsran ve zillet masası mı olduğunu elbette milletimiz biliyor, görüyor, lazım gelen değerlendirmeyi de yapıyor.

Bizim soframızın kurtlar sofrası olduğuna gelince, kurdun masası kurt sofrası olur, kurtların olduğu yerde kurtlar sofrası kurulur, serok dikkat etsin, kurdun gözünü kan bürüdü mü Kobani’ye kaçmakla bile kurtulamaz.

Serok Ahmet ayrıca şu hayret ve ibret verici iftirayı hiç utanmadan dile getirmiş:

“Bu memlekette 28 Şubat’tan son bahsetmesi gereken kişi Sayın Bahçeli’dir. Çünkü 28 Şubat’ın Başbakan Yardımcısı Bahçeli’dir.”

Bizimle ne zaman söz düellosuna girse rezil rüsva olan Davutoğlu bir kez daha şansını denemek için yalan kartlarını açmış, ağzının ayarını kaçırmış, ahlakının buharlaştığını kanıtlamıştır.

Bak Davutoğlu, benim 28 Şubat 1997’de Başbakan Yardımcısı olduğumu ispat etmezsen namerdin en önde gidenisin, bu iddianı belgelendirmezsen müfteriliğin, münafıklığın, müzevirliğin, müfsitliğin en ileri, en zirve, en menfur ismi olarak anılacaksın.

Milliyetçi Hareket Partisi 18 Nisan 1999 tarihinde yapılan seçimden başarıyla çıkmış, 28 Mayıs 1999 tarihinde kurulan 57’inci Koalisyon Hükümetine katılmıştır.

28 Şubat post-modern darbe girişimi ise 1997’de vuku bulmuştur.

Davutoğlu ile Kılıçdaroğlu, tıpkı üzümün üzüme baka baka karardığı gibi, birbirleriyle düşe kalka yalan makinesine dönüşmüşlerdir.

Müslüman yalan söylemez, söyleyemez.

İnsanım diyen yalana bel bağlamaz, bağlarsa insan olamaz.

Ama bunlar serok için geçerli değildir.

Kılıçdaroğlu için mesele değildir.

Zillete düşenler için önemli görülmemektedir.

Ayrıca Kılıçdaroğlu’nun 28 Şubat mağduruyum demesi masaldır, çünkü sahip olduğu zihniyet 28 Şubat’ın azmettiricisi, provokasyon merkezidir.

S-400 Hava ve Füze Savunma Sistemi’ni “kime karşı kullanacağız?” sorusunu pişkince soran, bu silahın gereksiz olduğunu pervasızca iddia eden Kılıçdaroğlu’nun geldiğimiz bu aşamada şifreleri çözülmüş, devir işlemi tamamlanmış, kullanım kılavuzu emperyalistlerin eline geçmiştir.

Dostu tanımayan, düşmanı bilmeyen Kılıçdaroğlu’na ve zillet ortaklarına Türkiye’nin teslim edilmesi fecaate ve milli çözülmeye davettir.

Buna da göz yummamız mümkün değildir.

İstismar bunlarda, iradesizlik bunlarda, ilkellik bunlarda, itibarsızlık bunlarda, çarpıtma bunlarda, aldatma bunlarda, hayal tacirliği bunlarda, siyasi kalpazanlık da bunların ortak unvanıdır.

Değerli Arkadaşlarım,

Bildiğiniz gibi Türk müziğinin meşhur yorumcusu Tarkan bir şarkı sözü yazıp bunu da seslendirdi.

Akbabalar leşe nasıl üşüşürse bu şarkıya da aynen musallat olanlar çıkmıştır ve hepsi meydandadır.

Tarkan geçecek diyor, bunu da Anadolu’da yaygın bir ağız şivesiyle söylüyor.

Elbette geçecek, zor günler geçecek, zillet geçecek, terör geçecek, sıkıntılar geçecek, salgın geçecek, felaketler geçecek, sorunlar bitecek, Allah’ın izniyle de buna az kaldığı görülecek.

6 rakamına lütfen dikkat buyurunuz, bu rakamı ters çevirdiğimizde tabiatıyla 9 rakamı ortaya çıkar.

Mesele bakmak değil, görmek, görüleni tüm berraklığıyla göstermektir.

Biz 6’ya bakınca gördüğümüz 6 oktur, yuvarlak masa çevresinde kurulan tuzaktır, tertiptir, tezgahtır, karamsarlıktır, kumpastır, Türkiye’nin sırtına bindirilmek istenen ağır külfettir.

6’yı çevirip 9 rakamına bakınca da gördüğümüz huzurdur, havaya kaldırılan 9 tuğdur, parlayan 9 Işıktır, sosyal ve ekonomik sorunların süratle geçeceğinin müjdesidir, Cumhur İttifakı’nın 2023’te açık ara öne geçeceğinin simgesidir.

Nitekim çoğu gitmiş azı kalmıştır.

Tarkan şarkı sözleriyle KOVİD-19 dönemini kast ettiğini söylüyor, hayır diyorlar, iktidarı kast ettin, onların gideceğini söyledin dayatmasında bulunuyorlar.

Niyet okuyucuları mevzi üstüne mevzie girerek fitne yayıyorlar.

Ayıptır ayıp, bu saptırmanın, bu kandırmacanın, bu gafilce inadın kime ne faydası vardır?

İktidar şarkıyla kurulmadı, hükümet şarkıyla oluşmadı, velev ki iddialar doğru olsa bile bir şarkıyla yıkılmaz, yıkılamaz, bu tekerlek bu tümsekte kalamaz.

Çiçek açar güneş soldursun diye,
Bende Türklük için kurban doğmuşum,
Anamdan Tanrı’ya son bir hediye,
Bende Türklük için kurban doğmuşum
.

Dedem değirmenci, babam kaptanmış,
Ninem tarlalarda kavrulmuş, yanmış,
Bir çift ağam yurda sunulan kanmış,
Ben de Türklük için kurban doğmuşum
.”

Bir kısmını paylaştığım bu şiiri kaleme alan, davamızın iftihar burçlarından olan saygın büyüğümüz merhum Fethi Tevetoğlu’dur ve onun kardeş torunu Tarkan’dan başkası değildir.

Buradan zillet ittifakına ekmek çıkmaz.

Tarkan’dan zilletin Tarzan’ı çıkartılamaz.

Vehme gerek yoktur, kuşkuları provoke etmenin faydası yoktur, bir şarkı sözünden yeni bir kutuplaşma sayfası açmanın hiç kimseye, hiçbir kesime sağlayacağı bir şey yoktur.

Her şey geçer, kaldı ki hayat geçiyor, ömür geçiyor, hepsinden önemlisi Allah bizlere Sırat Köprüsü’nden geçmeyi nasip ve müyesser eylesin.

Geçmeyecek olan şeyler de vardır:

İhanetin sızısı geçmez, kötü sözün yarası geçmez, şehitlerimizin acısı geçmez, mücadelenin sıcaklığı geçmez, davaya bağlılığımız geçmez, Türk ve Türkiye sevdamız asla geçmez, geçemez, geçmeyecektir.

Özellikle bu haftaki konuşmamın geçtiğimiz günlerde provasını yapanlar, Tarkan’ın şarkı sözlerini beka meselesine bağlayacağımı söyleyenler, şimdi dağılabilirler, aynanın karşısına geçip kendi hallerine katıla katıla gülebilirler.

Konuşmalarıma bu kadar merak saranlar fazla çırpınmasınlar, kendilerini çok zorlamasınlar, kişiliği olmayanların başkasını taklitle zaman geçireceklerini de akıldan çıkarmasınlar.

Bilsinler ki, karga bülbülü taklit edeyim derken kendi yürüyüşünü şaşırırmış.

Tarkan’dan muhalif bir figür üretme peşine düşenler, tavsiyem, önce onun “kıl oldum abi” şarkısını dinlesinler, ya da “başkası olma kendin ol” şarkısına tereddütsüz kulak versinler.

Türkiye’nin geleceğini davranışları taklit, düşünceleri satılık, değerleri savruk, siyasetleri kavruk olan asalaklar tayin edemeyecek, Cumhur İttifakı’nın muazzam iradesine pranga vurmaya hiç kimsenin nefesi yetişmeyecektir.

Merhum Hocamız Prof.Dr. Erol Güngör demişti ki: “Medeniyetleri politikacılar yaratmaz, medeniyet âlimlerin, sanatkârların ve sanatçıların işidir.”

Sanatçı sanatını icra etmeli, alim ilmiyle konuşmayı bilmeli, siyasetçi de siyasetini ahlaki ve milli sınırlar içinde yapmaya çalışmalıdır, yani herkes kendi işine bakmalı, kendi alanıyla sınırlı kalmalıdır.

Bu duygu ve düşüncelerle muhterem heyetinizi bir kez daha saygı ve sevgiyle selamlıyor, bu hafta sonu idrak edeceğimiz Miraç Gece’mizin aziz milletimize, Türk-İslam alemine ve siz değerli milletvekili arkadaşlarıma esenlik, selamet ve daimi huzur getirmesini niyaz ediyor, şimdiden mübarek Miraç Kandilimizi dualarımla birlikte tebrik ediyorum.

Sağ olun, var olun, Cenab-ı Allah’a emanet olun.

Cumhur İttifakı Millet Aklı

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*