Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli’nin
TBMM Genel Kurulu’nda 2015 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanun Tasarısı Hakkında Yapmış Oldukları Konuşma Metni.
10 Aralık 2014
Sayın Başkan,
Değerli Milletvekilleri,
2015 yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanun Tasarısıyla birlikte 2013 yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesap Kanun Tasarısı’nı görüşmek üzere toplanmış bulunuyoruz.
Bu maksatla, Milliyetçi Hareket Partisi’nin gerek bütçe gerekse de Türkiye’nin ana gündem konuları hakkındaki düşünce ve kanaatlerini paylaşmak amacıyla huzurlarınızdayım.
Konuşmamın ana muhteviyatına geçmeden evvel, ekranları başında bizi izleyen aziz vatandaşlarımı ve Gazi Meclis’in siz muhterem üyelerini şahsım ve parti grubum adına saygılarımla selamlıyorum.
Değerli Milletvekilleri,
Türkiye, 12 yılı aşan bir süredir büyük bir Meclis çoğunluğuna sahip tek başına iktidar tarafından yönetilmektedir.
Şu an görüşmekte olduğumuz 2015 yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanun Tasarısı, AKP’nin bu kapsamdaki 13’ncü hazırlığıdır.
12 yıllık zaman zarfında 13 bütçe yapılsa da, sonuç değişmemiş, sosyal ve ekonomik hedefler umut vaat etmemiştir.
Bütçelerin inandırıcılığı ve samimiyeti rakamlarla, oranlarla, dibi görünmeyen sözlerle sağlanamayacaktır.
Burada asıl önem taşıyan, asıl öncelikli olan bütçenin arka planındaki siyasi iradenin tutum ve kapasitesidir.
Bütçe ciddiyeti yansıtmadıktan, vizyona sahip olmadıktan, sosyo-ekonomik meselelere neşter vurmadıktan sonra sıradanlığa mahkûmdur.
Hepsinden önemlisi bütçe toplumsal gerçekleri kavramalı, insanımızın ihtiyaç ve beklentilerini cevaplandırmalıdır.
Daha doğru bir deyimle Türkiye’nin kılcal damarlarına, Türk milletinin özlem ve sorunlarına ayna tutmalıdır.
Ne var ki, bugüne kadar teşekkül ettirilen bütçelerde sosyal ve ekonomik bir ufuk çizilememiş, insanımızın yüzünü güldürecek derinlikli bir tedbir geliştirilememiştir.
Devlet çarkının dönmesi, ekonomik dişlilerin çalışması amacıyla hayati bir işlevi olan bütçenin, kaynakların dağılım ve bölüşümünde en zorda bulunan toplum kesimlerini gözetmediği de ortadadır.
Dar ve orta gelirli vatandaşlarımıza, mesela kömür ve makarna dağıtmayı marifet sayan iktidar zihniyeti, sıra kendi yakın ve yandaş çevresine gelince aslan payını hiç gocunmadan, hiç yüksünmeden peşkeş çekmiştir.
Burada hazır bulunan her arkadaşımın kendi vicdanında bu haksızlığı, bu çelişkiyi sorguladığından hiç kuşkum yoktur.
Eşitsizliğin keskinleştiği ekonomik bir sistemin ahlaki pusulası bozulmuştur.
Adaletsizliğin hüküm sürdüğü ekonomik ve sosyal bir yapının iddia ve idealleri çürümüştür.
Artan gelir, servet ve fırsat eşitsizliğinin nelere mal olduğunu, hangi badirelere yol açtığını özellikle 2008 küresel krizine bakarak söylememiz mümkündür.
Eğer ekonomi politikaları ahlak ve adalete vurgu yapmıyorsa, eşitlik ve özgürlüğe temas etmiyorsa; milli ve manevi özellikler içermiyorsa; dahası yalnızca görünmez el metaforuna bel bağlamışsa sorun büyüktür.
Sosyal dokumuzu ve ekonomik yapıyı kemiren ana sorun artan eşitsizliktir.
Çok yiyen, çok tüketen, çok kazananla; hiç yemeyen, hiç tüketmeyen aynı toplumun fertleridir ve ateşle barut gibi yan yanadır.
Bu vicdansız dağılım ve dengesizlik ne inançlarımızla, ne de insanlığımızla bağdaşmaktadır.
Bir ekonominin başarısı, ancak insanların hayat standartlarını düzeltmesiyle değerlendirilmektedir.
Uzunca bir süredir demokrasinin garantörü orta sınıf yaşanan ekonomik açmazlardan dolayı küçülmektedir.
Hazmedilmesi çok zor olacak bu sorun Türkiye’nin alttan alta kabaran dip dalgasıdır.
Eşitsizlik ve adaletsizlikle mücadelede, üst gelir dilimini dizginlemek, orta kesimi güçlendirmek, alt toplumsal gruplara da yardım etmek esas olmalıdır.
Bunun için tutarlı, iyi projelendirilmiş programlara ihtiyaç vardır.
Malumunuz, zenginliğin iki yolu vardır: Bu da ya servet yaratmak, ya da başkalarının servetine el koymaktır.
Bugün Türkiye’de üretim zaaf geçirdiğinden meşru ve doğal yollardan zenginliğin yeşermesi imkan dışıdır.
Zenginleşen, köşeyi dönen, cebini ve küpünü dolduranların ise nasıl bu duruma geldiklerini görmek için 17-25 Aralık’ta deşifre olan rezaletlere bakmak yeterlidir.
Uluslararası Şeffaflık Örgütü’nün 2014 Yolsuzluk Algı Endeksi’nde en fazla puan kaybeden ülke olan Türkiye, 11 basamak düşerek 175 ülke arasında 64’ncü sıraya inmiştir.
Demek ki darbe sözleri tutmamış, paralel tezlerine aldırış edilmemiştir.
Ayrıca gelir dağılımındaki uçurum milli kimliğimiz, milli birliğimiz, milli varlığımız üzerinde zehirli hançer gibi sallanmaktadır.
Büyük ve ana gövde olan Türk milletinin milli reflekslerini aşındıran en önemli iki faktörden birisi yoksulluk, diğeri Hükümet ve bölücü çevrelerin birlikte organize ettiği algı operasyonlarıdır.
Siyasi ve ekonomik gelgit ruhsal ve duygusal kopuşları daha da tetikleyecek; milli hisler şiddetli bir kırılma ve kanama geçirecektir.
Bu gidişle Türkiye’nin mevcut hal ve özeti mumla aranacaktır.
Sermayenin giderek güç kazanması karşısında, emeğin zayıflaması, alın terinin sekteye uğraması; ücret, maaş ve gelirlerin reel olarak azalması büyük çaplı yoksullaşmayı da beraberinde getirmektedir.
Krizler bir yönüyle alt ve orta gelir gruplarının kaybı, daha doğru bir deyimle yoksulluk tuzağına düşmeleri demektir.
Demokrasisi tıkanmış, sosyal denge ve uyumu zedelenmiş bir ülkenin övülecek ekonomik büyüme ve kalkınma düzeyine ulaşması henüz görülmüş bir şey değildir.
İşbirliği ve güven duygusunun ağır hasar aldığı bir ortamda, güvenlik ve gelecekle ilgili kaygıların arttığı bir dönemde ekonomik güç ve toparlanmanın temin edilmesi imkânsıza yakındır.
Ne kadar iyi bütçe yaparsanız yapınız, ne denli parlak hedefler koyarsanız koyunuz; şayet huzur ve sükûnet irtifa kaybediyorsa, şayet beka ve birlikte yaşama iradesi risklerle boğuşuyorsa süslü sözler bir anlam doğurmayacaktır.
Yine bütçenin parametre ve paradigması nasıl olursa olsun; bir yanda Ermenekli Recep lastik ayakkabı giyerken, diğer yanda kutulara, saraylara, uçaklara, lükse ve israfa oluk oluk kaynak akıtılıyorsa bütçenin hayrı küçük bir azınlık dışında hiçbir vatan evladına dokunmayacaktır.
Bu durum, hepimizin vicdanını sızlatması gereken hazin bir gerçektir.
Egemenlik yetkilerini vekaleten kullandığımız aziz milletimiz işsizliğin, ümitsizliğin, muhtaçlığın pençesinde ömür tüketirken; iktidar koltuğunda oturan zevatın yolsuzluğa, rüşvete, haram heveslere bütçe yapması korkunç ve kahredici bir travmadır.
Değerli arkadaşlarım, lütfen söyleyiniz; tencerede pişirip kapağında yiyen milyonların hakkına hepimizin riayet etmesi gerekmiyor mu?
Türk-İş verilerine göre Kasım ayında dört kişilik bir ailenin açlık sınırının bin 225, yoksulluk sınırının da 3 bin 990 lira olduğu bugünkü şartlarda, 891 liralık asgari ücretle geçinen milyonların feryadına ne diyeceğiz?
Sayıları 5,5 milyonu aşan işsizler ordusuna, işsiz kalan her dört gencimizden birisinin hüznüne hangi mazeretleri uyduracağız?
Kusura bakmayın, bin 150 küsur odalı kaçak ve karanlık sarayla uğraşıyorduk, altın varaklı bardakları, paha biçilmez halıları seçiyorduk; size gelesiye akşam mı oldu diyeceğiz?
Tarihle yüzleşmek isteyenler, buyursun önce milletimizin içler acısı haline kafa yorsun.
İstismar faciasıyla vakit geçirenler zahmet edip çiftçimizin, memurumuzun, esnafımızın, işçimizin, emeklimizin derdiyle dertlensin.
Bütçenin millet menfaatinden ziyade imtiyazlı çevrelerin, sultanlık hasreti çeken yeni yetme despotların emir ve kullanımına sunulması, açık açık söylüyorum, haksızlıktır, zulümdür.
Helal kazancın örselendiği, haram yemenin öne geçtiği şu günkü ülke tablosunda, yalan ve aldatma mekanizmasıyla gerçek gündem ötelenmektedir.
Vatandaşlarımızın perişanlığı rakam ve hesap oyunlarıyla örtbas edilmektedir.
Başbakan’ın ezber dolu sözlerine kanarsak; dünya alem durgunluk ve ekonomik yavaşlama içindeyken ülkemiz istikrar abidesi, istikrar adası olarak sivrilmektedir.
Emin olunuz ki, ileri sürüldüğü gibi bir Türkiye manzarası olmuş olsaydı herkesten fazla sevinir, herkesten fazla umutlanırdık.
Fakat mızrak çuvala sığmamakta, hayal tacirliği karın doyurmamaktadır.
Yalanı meslek edinmiş, tepeden tırnağa yalana batmış bir iktidarın en büyük kabusu doğruların ifşası ve haykırılmasıdır.
2015 yılı Merkezî Yönetim Bütçesi Türkiye ekonomisinin düşük büyüme, enflasyon, borç, cari açık, işsizlik gibi musibetlerin gölgesinde açıklanmıştır.
Ekonomideki kronik sorunlar bütçeyi öldürücü ur gibi sarmıştır.
Ve bu bütçe hükümetin öngörüden uzak ekonomi politikalarının sadece bir yönü, sadece bir bölümü olarak vasat bulmuştur.
Bütçe aynı zamanda TBMM’nin, Hükümet üzerindeki siyasal denetim araçlarından birisi olarak ekonomik, siyasi ve sosyal sorumluluğun aynı anda gerçekleştiği hukuki ve siyasi bir belgedir.
Ancak bu belgenin çocuk oyuncağına çevrilmesi şöyle dursun, müsrifliğin finansmanı için planlandığı gün gibi meydandadır.
Bütçe havuzculara açık, vatandaşlarımıza kapalıdır.
Bütçe denizlere durmadan gemi indirenlere davetkar, mağdur ve mazlumlara uzaktır.
Bütçe ranta, faize, sömürüye, çaresizliğe, soyguna ikram; geçim ve maişet teminine yabancıdır.
Ve samimiyetle söylüyorum, bütçede öngörülen ekonomik hedefler milletimizin beklenti ve talepleriyle, ilaveten ekonominin reel durumuyla örtüşmemektedir.
Bu kapsamda son olarak ifade etmek isterim ki, Meclis grubumuzun değerli üyeleri bütçeyle ilgili teferruatlı değerlendirmeleri sırası gelince yapacaklar, öneri, eleştiri ve düşüncelerimizi sizlerle ve milletimizle paylaşacaklardır.
Muhterem Milletvekilleri,
Siyaset tarihimizin en büyük sorunu; birbirini anlamak, birbirini dinlemek, uzlaşma ve diyalogla sorun çözmek sorumluluğunda olan siyasetçilerin bütün güçlerini birbirini yıkmaya harcamaları olmuştur.
Meşrutiyet Meclisi’nin çalkantılı atmosferine bakınız bunu görürsünüz.
1946’dan sonraki çok partili siyasi sürece bakınız bunu fark ederseniz.
Siyasetin bir amacı vardır ve toplumsal bölünmüşlüğü, fikri çatışmayı en aza indirmek, minimum seviyelere çekmek olmalıdır.
1930’lu yıllarda Hitler’i etkileyen bir Alman siyaset kuramcısında anlamını bulan kategorik ‘dost-düşman’ kamplaşması otoriter ve tahammülsüz emellerce beslenerek fayda yerine felaketlere ortam açmıştır.
İnsanlık yanlış formüle edilmiş siyaset kanalıyla yeşeren, diktatörlerin nefesiyle yayılan kin ve öfke selinde kontrolsüzce sürüklenmiştir.
Böyle bir girdabın faturası ağır, sonucu feci olmuştur.
Siyasette nezaket yerine hakaret, vizyon yerine hamaset, belagat yerine belahat, birlik yerine bölücü dil egemen olduğu müddetçe işbirliği dinamikleri belini doğrultamayacak, etkinlik kuramayacaktır.
Kutuplaşmaya teslim olmuş bir siyaset anlayışının, nefret ve nifak salgınına yakalanmış bir siyaset söyleminin millet yararına değer üretmesi bize göre hayal mahsulüdür.
Siyasetin iki ana özelliğinden birisi olan kolektif hayatı etkileme mücadelesi; ancak ve ancak proje temelli bir bakışın, geleceği bugünden okuma becerisinin rehberliğiyle anlam kazanacaktır.
Bu çerçevede siyasetin bir diğer asal niteliği ise iktidar ilişkileriyle billurlaşmasıdır.
Fikirlerin kıran kırana yarıştığı bir sürecin nihayetinde hakikat sahteciliği yenecek, adalet önyargılara üstünlük kuracaktır.
Fikirsiz siyasetin kavgadan başka geçim kapısı yoktur.
Ülküsüz siyasetin huzuru yutması; akılsız, donanımsız ve vicdansız siyasetçinin milli haysiyet ve hatıraları çiğnemesi adeta makus bir sondur.
Kalbi ve zihniyeti tel örgülerle çevrili siyaset üslubunun siyaseti yalnızca sandığa, yalnızca kendi aldığı oy oranına sıkıştırması ilkel bir yavanlıktır.
Eğer ki, siyaseti insanlık durumunun kalıcı bir parçası olarak kabul edeceksek, ki doğrusu budur, sanal ihtilafları körüklemesine engel olmak zorundayız.
Körleşen ve kangrenleşen söylemlerle düşmanlık üretmenin, insanları birbirine düşürmenin sonu ve saygınlığı olmadığı gibi; bunun da dehşet verici gelişmelere hız vereceğini görmek durumundayız.
Hepinizin huzurunda altını kalın olarak çizerek belirtmek istiyorum ki, bekasını kutuplaşmaya bağlayan her iktidar kaybetmeye mahkûmdur.
Yozlaşan, gerçeklerle ters düşen, yoldan çıkan, ahlakla arasına duvar ören her iktidar hesap vermeye mecburdur.
Gelecek günleri geceden farklı yapmayacak bir iktidarın devamı halinde kopkoyu bir cehalet devri sökün edecektir.
Böylesi bir vahim tabloya siyasi aidiyeti, dünya görüşü, ideolojik bağı, kendisini bulduğu düşünce kaynağı ne olursa olsun her milletvekili arkadaşım itiraz etmelidir.
Demokrasiye inanıyorsak, Türkiye’nin istikbaline sadakatle bağlıysak başka bir seçeneğimiz yoktur.
Bu kutlu çatının altında gururla görev yapan her arkadaşım elbette böyle gelmiş böyle gider demeyecek, demeyi de aklından geçirmeyecektir.
Tarihin ibret sayfalarında, sınırlanmayan her gücün, ahlak ve hukukla özde tanışmamış her faninin bir vesileyle ele geçirdiği konjonktürel imkânı kötüye kullandığı yazılıdır.
Meşhur fıtrat kavramı asıl burada kendisini acı da olsa göstermektedir.
Demokrasiyi mümkün kılan ortak iyiye atıf yapması kadar, adaletin beşeri ve siyasi yapısıdır.
Bu yapı küflendikçe, bu yapı içe kapanıp saldırılara uğradıkça demokrasi demagogların eline geçecek, oligarşik zihniyetlerce kuklaya çevrilecektir.
Zekâya sınır çizilemeyeceği doğrudur, ama ihtiraslara gem vurulmazsa, ihanet ve inkarlara engel olunmazsa doğacak fecir, aydınlığın değil kavurucu ve feci bir ateşin hükmünü hepimize, 77 milyona tebliğ edecektir.
Türkiye’nin geniş bir ‘oh olsun’ ile, derin bir ‘eyvahlar olsun’ arasına sıkışmasına fiil ve eylemleriyle sebep olan herkes bu ateşe odun taşımaktadır.
Dürüst ve nezih bir mizaca sahip her arkadaşım bu söylediklerimi enine boyuna yorumlayacaktır.
Anlaşmaya açık, algılarının kilitleri kapanmamış, niyet ve istidadı temiz her milletvekili bu düşüncelerimi çok boyutlu değerlendirecektir.
Dikkatinizi çekiyorum, uzun bir süredir çözüm kavramı etrafında bloklaşmalar ve yığılmalar yaşanmakta, yığınaklar yapılmaktadır.
Çözüm diyenlerle çözülme diyenler doğal olarak iki ayrı uçta birikmiş, karşılıklı olarak mevzilenmiştir.
Çözüm ezberine takılan iktidar ve bölücü çevreler ya bilerek ya da kördüğüm olmuş zihniyetleri gereğince dibe sürüklendiğimizi görmekten acizdirler.
‘Aladdinin Sihirli Lambası’ndan ovula ovula çıkarılmış gibi sunulan, Allah affetsin ama, neredeyse ilahi emir gibi gösterilen çözüm kavramını konuşmak için önce sorundan, sorunun ne olduğundan bahsetmek lazımdır.
Sorun kelime anlamı itibariyle; araştırılıp öğrenilmesi, düşünülüp çözümlenmesi ve bir sonuca bağlanması gereken durum ve problemdir.
Çözüm ise bir sorunla ilgili varılan sonuçtur.
O halde sorun nedir, neleri kapsamaktadır?
Çözümle kast edilen, çözümle ulaşılmak istenen nelerdir?
Sorun terör ise çözümü tam saha pres, teröristlere soluk aldırmamak, hainlerin kökünü kurutacak mücadele azmini sergilemektir.
Kan dökmek için silah başında bekleyen mihraklarla önce sorun seansları düzenleyip, sonra da sözde çözüm sofrasına oturmak zillettir, hezimettir.
Marjinal ve marazi gruplarla masaya kurulup pazarlıklarla devlet ve millete kumpas kurmak, milli birlik ve beraberliğimizi dinamitlemek en hafif tabirle ihanet değil de nedir?
Alçalışı yükseliş zannetmek şuursuzluk örneğidir.
Bölünmeyi birleşme, dağılmayı toparlanma zannetmek kaskatı kesilmiş vicdan özrüdür.
Biz, terörden jest bekleyerek, medet umarak hiçbir meselenin çözülmeyeceğini, teröristlerle müzakere edilerek hiçbir neticenin alınamayacağını defalarca söyledik.
Hamd olsun milli hafızamızı kaybederek mankurtlaşanlardan olmadık.
Tarihe baktığımızda bugünümüzü gördük, yarınımızı öngördük.
Kültür mirasımızla kardeşliğimizin, millet emanetinin şükür duasını yarım asırdır yaptık.
Muhterem heyetinize özellikle hatırlatmak istiyorum, geçmişte ne zaman sorun izahları yapılsa, ne zaman çözüm sloganları atılsa ya insanımızdan ya da toprağımızdan olduk.
Tıpkı bugünkü gibi, imparatorluğumuzun sinir uçlarıyla oynandığında devletle beraber fes de göçmüş, sancakla beraber millet de son yurduna sancılı bir geri dönüş yaşamıştır.
İşkodra’da Basra’ya kadar nüfuz eden emperyalizm her defasında, benzerlerine şimdilerde de tanık olduğumuz propaganda taktikleri ve Şark Meselesi vasıtasıyla üzerimizde oyunlar oynamıştır.
Retorikte ‘üst akıl’ diye fişlenenlere pratikte eşbaşkanlık yapanlar, emperyalizmle fikir birliği içinde olacak kadar köleleşmek yerine tarih yapraklarını birazcık karıştırırlarsa ne dediğimizi anlayacaklardır.
Çok uzaklara gitmeye gerek yoktur.
1910’lu yıllardaki hazin olduğu kadar sarsıcı çekiliş ve bozgunlara her seferinde koz olarak kullanılan sorun ve çözüm kavramlarıyla muhatap kaldık.
Balkan Dağlarında ellerinde kanlı tüfeklerle gezen çeteler, şehirlere tutunmuş bölücü nitelikli komite ve dernekler çözüm istiyorlardı.
Düvel-i Muazzam çözüm diye bastırıyordu.
Etnik-i Eterya’nın Helenizm, yani Enosisle simgeleşen arzuları ve bunun baş destekçisi İstanbul’daki Fener Rum Patriği çözüm diye bağırıyordu.
İncil, Istavroz, tabanca ve hançer üzerine edilen yeminlerin ana teması çözüm, gizlenmiş ana hedefi ise bağımsızlıktı.
İkinci Meşrutiyet’ten sonra Meclis-i Mebusan’da yer alan 20’ye yakın Rum kökenli mebus ve bunların baş aktörü Yorgi Boşo Efendi çözüm temposu tutuyordu.
Yunanistan, Karadağ, Sırbistan, Bosna Hersek, Bulgaristan, Makedonya, Arnavutluk, Hicaz çöllerinden Yemen’e kadar Türk toprakları sorun tanımlamasıyla çözülerek bir bir kaybedilmişti.
Her sorun yeni bir isyan dalgası, yeni bir kopuş getirmiştir.
1908’lerde Panço Doref Efendi’nin Bulgaristan’a devlet demesine bile kızan ve öfkelenenler malum akıbeti engelleyememiş, çözülmeyi durduramamışlardır.
Dış tesir ve telkinler Türklüğe kefen biçmiş, bunun için de hasta adam olarak tarif edilen koskoca İmparatorluk gün be gün budanmıştır.
Arap vilayetlerini temsil eden ve sayıları 60 ile 90 arasında değişen mebusların hepsi Abdülhamit Zahravi öncülüğünde Araplık davası gütmüşler, çözüm diyerek İmparatorluğa yüz çevirmişlerdir.
Ne çare ki, Osmanlı kimliği çözülmeye fren olamamış, çöküşün önüne geçememiştir.
Bir tek, millet-i hakime sorumluluğu taşıyan büyük Türk milleti İmparatorluk fikrine sımsıkı sarılmış, kaderi kabul etmiştir.
Şimdi bu tarihi hakikatleri unutalım da sorun ve çözüm akıntısına biz de mi kapılalım?
Bir asır sonra, bu sıralarda oturacak gelecek neslin temsilcilerine bölünmüş, parça parça kopmuş, yerleşim yeri isimleri değiştirilmiş, eğer adına devlet, eğer adına millet denirse bir miras mı bırakalım?
Kendi ismiyle değil de, Manisa’nın isminin dahi değişmesini öneren şahsiyetlerle nereye gideceğiz?
Sayın milletvekilleri ne diyeceksiniz?
Sorun ve çözüm makasına alınmış Türk milletine, böylesi karanlık bir yola, böylesi meçhul bir güzergâha, sürekli uyardığımız bir felakete iterseniz;
İçeriğini bile bilmediğiniz sözde çözüm kulvarına yuvarlarsanız;
Bunu tarihe nasıl anlatacaksınız?
Bunu ecdadımıza nasıl söyleyeceksiniz?
Bunun vebalini nasıl üstleneceksiniz?
Bunun hesabını iki cihanda nasıl vereceksiniz?
Hayır, asla, kat’a bunu kabullenemeyiz, bu iflasa razı olmayız.
Tarihin tekerrür etmesine göz göre göre onay veremeyiz.
Yüreklerinize sesleniyor ve soruyorum; PKK denen insan ve insaf kasaplarıyla Türkiye’yi masaya yatırmak çözüm müdür?
Ömür boyu ağırlaştırılmış hapse mahkûm bir katilin; “benim bu kadar ağırlığım yoktu, İmralı’da daha fazla etkili ve güçlü bir lider oldum” sözlerini duymak çözüm müdür?
PKK’lı militanların kaleşnikoflarla yol kesip kimlik kontrolleri yapmaları, maske takıp sözde asayiş timleri oluşturmaları, haraç alıp sokakları geçilmez hale getirmeleri çözüm müdür?
Mehmetçiklerin enselerinden kahpece vurulmaları çözüm müdür?
Van’da, Bergama Belediye Spor’lu bir futbolcunun gol sevincini paylaşırken asker selamı vermesine hiddet ve şiddetle cevap vermek çözüm müdür?
Bölücü terörün sözde vali ve kaymakam ataması yapacak kadar zıvanadan çıkması, sorarım Hükümet sıralarında oturan zevata, çözüm müdür?
Kürdistan kurulunca iş bitecek, Sevr dirilirse İmralı ve Kandil’den düşen zehirli elmalar kaçak ve karanlık sarayın başına düşünce herkes muradına erecek midir?
Kimse boşu boşuna hayale kapılmasın, Türk milleti bu tezgâha düşmeyecektir.
Mezhebi, kökeni, yöresi ne olursa olsun, hiçbir kardeşim çözülmeyi benimsemeyecektir.
Şehit ve gazilerimiz emin olsun, Türkiye ilelebet payidar kalacaktır.
Güvence arayanlara, teminat soranlara diyorum ki; Milliyetçi Hareket Partisi zalimin korkulu rüyası, hainin amansız düşmanı olarak dimdik durmaktadır.
Niyet sahiplerini bir kez daha ikaz ediyorum:
Milliyetçi Hareket Partisi ve milyonlarca Türkiye Sevdalısı, şanlı bayrağımıza, şehit yadigarı aziz vatanımıza, yaşanmış asırların tanığı asil Türk milletine yan gözle, çatık kaşla bakanların tam karşısındadır.
Hükümet’e diyorum, kamu düzenini idrak edememiş vesayet altındaki Başbakan’a sesleniyorum, aldığınız oya bakıp, “Türkiye’nin tamamıyız” deyip duruyorsunuz, dikkat edin;
Bir milletin tarihinde, medeniyet meselesinin oy toplayarak halledildiği görülmemiştir.
Bir milletin varlık ve hayat haklarının sandık yoluyla kazanıldığı da vaki değildir.
Düzmece bir demokrasi anlayışını sığınak yaparak millete ve devlete çelme takılmasına dün sessiz kalmadık, bugün de kalmayacağız.
Kars’tan Edirne’ye, Hakkâri’den Manisa’ya, Şırnak’tan İzmir’e, Rize’den Antalya’ya kadar bu kutlu vatanda yaşayan bütün kardeşlerim hesaplarınızı boşa çıkartır, hevesleriniz kursaklarınızda bırakır.
Türkiye Cumhuriyeti; tek millet, tek devlet, tek vatan, tek bayrak, tek dil esasına dayanan, milli ve üniter yapıda teşekkül eden kurtuluş mücadelemizin ulvi bir emanetidir.
Ve bu emanet ne pahasına olursa olsun, hangi zorluklar çıkarsa çıksın korunacaktır.
Devletimiz, evrensel değil tarihsel bir olgu olup; yapaylıklar üzerine inşa edilip farklılıkları teşvik etmek için örgütlenmiş ısmarlama bir organizasyon olmamıştır.
Millet kaderine yine sahip çıkacak, istikbaline ve istiklaline yine leke sürdürmeyecektir.
Vatanımız, birbiri ile müşterek oluşturamayacak kadar farklı insanların kafesler arkasında, birbirleriyle zorla ve temassız yaşadıkları toprak parçası değildir.
Vatan için bedel ödenmiş, şehit verilmiş, çileye katlanılmıştır.
Hangi bedbahtın kardeşliğimizi bozmaya, bin yıllık kaynaşma ve kucaklaşmayı yıkmaya gücü yetecektir?
Tarih, içinde yaşadığı toplumla uzlaşacak ortak değerleri azalmış olanların ana gövdeden koparak aynı geleceği paylaşmaktan uzaklaştığının örnekleri ile doludur.
Elbette ki birlikte yaşamanın zorbalık, zulüm, eritme veya yok etme ile sağlanamayacağı net ve açıktır.
Fakat şu sorumuzun cevabı mutlaka verilmelidir: Aldıkça iştahı kabaran ve adım adım emellerine yaklaşan bölücülüğün duracağı yer neresi olacak, hükümetin direnci nerede ortaya çıkacaktır?
“Çözüm süreci millete mal oldu”, “Kamu düzeninin olmadığı yerde çözüm süreci yürümez”, “çözüm süreci kamu düzeninin alternatifi değildir” ifadeleriyle tenakuz deryasında yüzen Başbakan nereye kadar hareketsiz kalacak, hangi eşiğe kadar bölücü güruhun tehditlerine boyun eğecektir?
Sayın Davutoğlu ‘çözülme sürecinden çok rahatsız olan var’ diyerek siyasi iz sürücülüğü yapıyor, öznesi gizli uyarılarda bulunuyor.
Başka yerlerde sorumlu aramasına gerek yoktur, evet biz çözülmeden de, Kandil ve İmralı’yı kapsamına alan rezil müzakerelerden de oldukça rahatsız ve şikâyetçiyiz.
Mücadeleden mütareke ve müzakereye kıvrılan korkaklık ve teslimiyetçilikten kaygılıyız.
Farkında mısınız, siyasi bölücüler kıyamet kopartmaktan bahsetmektedir.
Bu çevreler sokak diliyle tahrik kampanyalarını sürdürmekte, iç güvenlikle ilgili düzenlemeye ateş püskürmektedir.
Siyasi partilerin eylemleri, “Devletin bağımsızlığına, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne” aykırı olamayacaktır.
Aksi bir tavır Anayasal yaptırımlar uygulanmasını gerektiren Anayasa suçudur. Peki hukuk neyi beklemektedir?
Kobani bahanesiyle Ekim ayının ilk haftasında çıkan vahşet olaylarının bir benzeri yaşanırsa, bunun hesabını kim ödeyecektir?
Sayın Başbakan, dilinizden düşürmediğiniz kamu düzeni yerlerde sürünüyor, hala uyumaya, saray savunuculuğuna devam mı edeceksiniz?
Asker ve polislerimizle uğraşırken PKK militan kadrosunu dolduruyor, yaşları 13-18 arasındaki çocukları dağa götürüyor, hala atalet ve acizce bakacak mısınız?
Süreç ihanetinin PKK’yı serbest bıraktığı, güvenceye aldığı aşikârdır.
Artık ihanet saklanmıyor, maske takarak duvar diplerinde, dağ kovuklarında gezme ihtiyacı duymuyor.
Türkiye eriyor, millet tahrip ediliyor, vatan tartışılıyor, bugün ve geçmişteki hainler baş tacı yapılıyor, hala durmak yok yola devam mı diyeceksiniz?
Devamsa bu nereye kadardır? Tamamsa bu ne zamandır?
Hain taleplerin yoğunluğu aşırı yüklemeye yol açıp sistemin cevap verme kapasitesini zorlayacak ve bir noktadan sonra sıcak bakılan istekler karşılanmazsa devlet kendi kendini idame ettiremez hale gelecektir.
Buna tarihin her devrinde çöküş denmiştir.
13 Kasım 2009 tarihinde bu kürsüden sormuştum, yine tekrarlıyorum:
“Kesinlikle vermek istemeyenlerle, ısrarla almak isteyenler arasındaki engeller zayıfladığında, mesafeler kısaldığında, taraflar görüş menziline girdiğinde ortaya çıkabilecek gelişmeler hakkında aranızda bir fikri olan veya öngörü geliştiren var mıdır?”
Kısaca, bölmek isteyenlerle, böldürmem diyenlerin kaçınılmaz karşılaşması vuku bulursa, nelerin olacağını burada bulunan saygıdeğer milletvekilleri hiç düşünmüşler midir?
Sayın Başkan,
Değerli Milletvekilleri,
Bu duygu ve düşüncelerle 2015 Yılı Merkezi Yönetim Bütçesi’nin ülkemize ve milletimize hayırlı olmasını Cenab-ı Allah’tan niyaz ediyorum.
Konuşmama son verirken, sizleri ve ekranları başında bizi izleyen aziz vatandaşlarımızı bir kez daha saygılarımla selamlıyorum.
Bir yanıt bırakın