Bugünlerde iç işgal cephesinde toplanıp aynı zamanda emniyet ve yargı içine yuvalanmış soysuz ve kripto çetelerin yeniden Türkiye üzerinde hesap yaptığı görülmektedir.
Bu kan içen vampirlerin aklını başına alması, etrafımızda iftira ve ihanet duvarı örmeye kalkışmalarının ağır sonuçları olacağını bilmeleri, akıbetleri için 15 Temmuz gecesine dikkatle bakmaları ikaz ve ihtarımdır.
Ayranımızı kabartmasınlar, sabrımızı taşırmasınlar.
Maşa kullanıp sütre gerisine saklananların hepsini takip ediyoruz.
Olan biten tüm kanun dışı irtibat ve ilişki ağlarının farkındayız.
Birkaç emniyet müdürünün açığa alınmasıyla geçiştirilemeyecek bir komplo devrededir, nitekim hedef Milliyetçi Hareket Partisi, AK Parti, Cumhur İttifakı ve son tahlilde Türkiye’dir.
17-25 emniyet ve yargı ortaklı darbe girişiminin tekrarını planlayanlara boyun eğersek boyumuz devrilsin, göz yumarsak gözümüz çıksın, eyvallah edersek de kanımız kurusun.
Gizli tanık ifadeleriyle şerefli isimleri karalama kumpasını ve tecelli eden millet iradesini gölgeleme arayışını himaye eden ve buna hizmetkarlık yapan kim varsa haindir, haşhaşidir, emniyet, yargı ve medya uzantılarının tepesine binilmelidir.
Bakalım temiz eller operasyonu nasıl oluyormuş, hepsine göstermek, hepsini yaka paça içeri tıkmak da hukuk devletinin varlık ve şeref konusudur.
Meclis gündemine gelecek olan 9’uncu yargı paketinde, casusluk suçu ilgili yeni düzenlemeden rahatsız olanlar çok iyi araştırılıp incelenmelidir.
Yurt içinden ve yurt dışından hain FETÖ’cülerin, onlara sözcülük yapan satılmış, devşirilmiş sözde gazetecilerin bedel ödemesi yakındır ve kaçınılmazdır.
Aziz Atatürk diyordu ki; “İnsaf ve merhamet dilenmek gibi bir ilke yoktur. Türk milleti ve Türkiye’nin gelecekteki çocukları, bunu bir an akıllarından çıkarmamalıdırlar.”
Biz de aklımızdan çıkarmıyoruz, çıkarmayacağız, mevzu bahis vatan, millet, devlet ve istiklal olunca gözümüzü daldan budaktan asla sakınmayacağız.
…
Genel Başkanı Sayın Devlet BAHÇELİ’nin TBMM Grup Toplantısında yapmış oldukları konuşma
Değerli Milletvekilleri,
Muhterem Misafirler,
Basınımızın Değerli Temsilcileri,
Haftalık olağan Meclis Grup Toplantımıza başlarken hepinizi hürmet ve muhabbetle selamlıyorum.
Bugünkü toplantımızı yurt içinden ve yurt dışından, televizyon ekranları, sosyal medya platformları, radyo kanalları vasıtasıyla takip eden tüm vatandaşlarımıza, gönül ve kültür coğrafyalarımızda hayat mücadelesi veren tüm kardeşlerimize selamlarımı gönderiyor, şükranlarımı sunuyorum.
Bir tanıma göre dış politika, bir ülkenin dış dünyadaki çıkarlarını kollamak ve uluslararası politikada daha güçlü olabilmek, saygın bir konuma gelebilmek için sergilenen tutumlar bütünüdür.
14’üncü Olağan Büyük Kurultayımızda kabul edilen yenilenmiş Parti Programımızda dış politikamızın temel esasları şu şekilde belirlenmiştir.
“Bölgemizde ve dünyada barış ve istikrarı sürekli kılmak,
Uluslararası işbirliğini, karşılıklı saygı ve dostluğu yaymak ve geliştirmek,
Çok yönlü ve çok boyutlu bir diplomasi yürütmek suretiyle ülkemizin hak ve menfaatlerini her platformda korumak ve bu doğrultuda şahsiyetli bir dış politika izlemektir.”
Çevremizde barış, istikrar ve güvenlik odaklı “huzur kuşağı”nın oluşması, bütün ülkelerle karşılıklı saygı ve çıkara dayalı uzun vadeli dostane ilişkiler kurulması Milliyetçi Hareket Partisi’nin amacıdır.
Bölgesel veya küresel mahiyetli sorunları uluslararası hukuk çerçevesinde adil ve kalıcı çözümlere kavuşturmak dış politikamızın özünü teşkil etmektedir.
Ancak uluslararası karar alma mekanizmalarının baştan ayağa revize edilmesi, artan reform çağrılarının mutabakata bağlanması küresel istikrarın tesisi bakımından artık ertelenemez bir mecburiyettir.
Birleşmiş Milletler, her ne kadar dünya barışını ve güvenliğini sağlamak ve muhafaza etmek maksadıyla kurulmuş olsa da, zamanla bu tarihi pozisyonundan hızla uzaklaşmıştır.
18 Nisan 2024 tarihinde, Filistin örneğinde görüldüğü üzere, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda alınmış bir karar beş daimi üyenin tasallutu altındaki Güvenlik Konseyi’nde yok sayılmakta ve işlevsiz hale getirilmektedir.
Bu durumun adalet, demokrasi ve özgürlük ilkeleriyle bağdaşmadığı açıktır.
Türkiye’nin de aralarında bulunduğu 80 ülke Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na Filistin’in üyeliğinin Güvenlik Konseyi’nde tekrar görüşülmesi ve bu ülkeye bazı ilave haklar tanınmasını öngören bir tasarı sunmuşlardır.
10 Mayıs 2024 tarihinde yapılan oylamada 143 ülkenin kabul, 25 ülkenin çekimser ve 9 ülkenin ret oyuyla Filistin tasarısı Genel Kurul’da onaylanmıştır.
Uluslararası toplum ezici çoğunlukla Filistin’in yanında durmuştur.
Küresel vicdan Filistin halkının meşru mücadelesine destek verirken, İsrail saldırılarına bir nevi tepki göstermiştir.
Filistin’in üyelik tasarısının Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda onaylanması karşısında İsrail temsilcisinin çıldırmış gibi Birleşmiş Milletler Şartı’nın bir kopyasını imha etmesi, kararın terör için bir ödül olduğunu ileri sürmesi Siyonist vandallığauygun düşen bir saygısızlık ve seviyesizlik olarak kayıtlara geçmiştir.
Netenyahu yönetimi terör arıyorsa, terörist görmek istiyorsa, soykırımcıları tanımak istediğindeyse bir boy aynasına ilk elden bakmayı mutlaka tercih etmelidir.
İsrail’in azgın şımarıklığı, işlediği korkunç cinayetleri, insani değerleri hiçe sayması haddi ve hududu çoktan aşmıştır.
Şu haksızlığa, şu hukuksuzluğa bakınız ki, Genel Kurul’da 143 ülkenin evet kararı Konsey’de adeta temyiz edilecek, beş daimi ülkeden birisinin vetosu halinde onca emek ve emel heder olup gidecektir.
ABD’nin Filistin’in üyeliğini bir kez daha veto etmesi muhtemeldir.
Uluslararası toplum İsrail saldırılarını durdurmak, kalıcı çözüm ve barışı temin etmek için mutlak surette somut adımlar atmalıdır.
30 Nisan 2024 tarihli grup konuşmamda Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne havi veto sistemini eleştirmiş, bazı düşünce ve tekliflerimi sizlerin huzurunda paylaşmıştım.
Birleşmiş Milletlerin demokratikleşmesi acil bir eylem planı çerçevesinde ele alınmalı, bu zorlu süreçte ortak akıl ve irade öne geçmelidir.
ABD, Çin, Fransa, Rusya ve İngiltere’nin daimî ülke statülerinden kaynaklanan veto yetkileri Genel Kurul’da desteklenen kritik uluslararası karar ve müdahaleleri sonuçsuz bırakmaktadır.
Bu husus uluslararası toplumun değişen dengelerine bütünüyle mugayirdir.
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun, Güvenlik Konseyi’nin işleyişi üzerindeki yetkisinin artırılarak karar alma süreçlerinde daha müessir olması şarttır.
Nitekim Genel Kurul’un yeniden yapılandırılması, mevcut uluslararası çerçevede hem tercih edilmekte hem de uygulanabilir görülmektedir.
Güvenlik Konseyi işleyişinin daha açık ve hesap verebilir olması elzem bir ihtiyaçtır.
II. Dünya Savaşı sonrasıyla kıyaslandığında, günümüzde devletlerin uluslararası arenadaki etkinlikleri ve güç dengeleri kökten değişmiştir.
Bu nedenle eşit temsiliyet hakkının sağlanması gecikmeksizin hayata geçirilmelidir.
Kaldı ki farklı dengeleri, gelişmişlik seviyelerini ve ittifakları da dikkate alarak daha kapsayıcı bir yapı kurulması gerekmektedir.
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’yle ilgili iki hafta önceki önerilerimizin yanında, daimi üye sayısının çoğaltılması akla en yatkın seçeneklerden birisi olarak önümüze çıkmaktadır.
Üye sayısının artışı ve veto yetkisinin sınırlandırılması dünya barışına muazzam bir hizmet olarak anılacaktır.
Gazze’de bebekler katledilirken Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde veto silahına sarılıp İsrail’e payanda olanlar bunun hesabını asla veremeyecekler, makul ve mantıklı hiçbir teze sığınamayacaklardır.
Soykırımın bahanesi olamaz.
35 bin insanın cinayeti örtbas edilemez.
Geçen hafta başında, Hamas; Katar, Mısır, ABD ve Birleşmiş Milletler garantörlüğünde ateşkes teklifini kabul ettiğini açıklamasına rağmen, Netenyahu’nun Refah’taki masumlara saldırması en hafif tabirle alçaklıktır.
221 gündür Gazze’de hüzün vardır, hüsran vardır, zulmün hükmü geçerlidir.
221 gündür çoluk-çocuk, kadın-yaşlı demeden masum sivil halk yok edilmektedir.
İsrail, Gazze’nin kuzeyinde uyguladığı derin kuşatmayı diğer bölgelere doğru genişletirken aynı derecede açlık ve sefaleti de yaygınlaştırmaktadır.
Refah’a yönelik kara operasyonu Gazze’nin dünyayla irtibatını koparmış, Kerem Ebu Salim Sınır Kapısı’nın kapatılmasıyla insani yardımlar engellenmiş, açlık sorunu baş göstermiştir.
Türkiye atılgan, ahlaklı, sabırlı ve akıl dolu cesur politikalarıyla Filistinli kardeşlerimizin duacısı ve destekçisidir.
Öylesine azimli, dirayetli, insani ve vicdani bir dış politika takip edilmektedir ki, İsrail’le yapılan 9,5 milyar dolarlık ticaret bir kalemde silinip atılmıştır.
Türkiye çok büyük bir ülkedir.
Haklının safında, zulmün ve zulüm piyonlarının karşısındadır.
Tarihin sesi kulaklarımızda çınlamaktadır.
İnanç, kültür ve gönül coğrafyalarımızın feryatları milli yüreklerde dalgalanmaktadır.
Bu süreçte Sayın Cumhurbaşkanımızın ve kabinesinin sonuna kadar yanında olduğumuzu, ne karar alınırsa alsın arkasında duracağımızı herkesin bilmesinde sayısız yarar olacaktır.
Vaat edilmiş toprakların nihai hedefi Anadolu coğrafyasıdır.
Bugün Gazze’de boyun eğersek, bugün Kudüs’te susarsak, gelecekte son yurdumuzda çok çetin olaylar yaşanabilecektir.
Gazze’yi savunmak demek, mesela Gaziantep’i savunmak demektir.
Gazze’yi konuşmak demek, mesela Şanlıurfa’yı konuşmak demektir.
Hiç kimse boşa sallayıp dolu tutmanın çabasına heves etmesin.
Hiç kimse Gazze’yi günlük politika malzemesi haline getirip, buradan bir cephe açarak Türkiye’yi suçlamaya, siyasi ikbal ve ikmal gayesine meyletmesin.
Biz böylesi çarpık ve çürük zihniyetlerin ön planda Gazze çığlığı atarken, arka planda Siyonizm’in değirmenine nasıl su taşıdıklarını gayet iyi biliyor ve maskelerinin altındaki nursuz suratlarını da yakından tanıyoruz.
Diyorum ki, İsrail ile Filistin arasında bir an evvel ateşkes rejimi tezahür etmeli, kalıcı barış için taraflar harekete geçmelidir.
İki devletli çözümden başka herhangi bir alternatiften bahsedilemeyecektir.
Başkenti Doğu Kudüs olan, 1967 sınırları temelinde; egemen, siyasi ve toprak bütünlüğünü sağlamış bağımsız bir Filistin devletinin kurulmasından ve tanınmasından başka bir seçenek yoktur, aksi halde Ortadoğu ve dünyanın bir kıvılcımla yanması mukadderdir.
Değerli Arkadaşlarım,
Türk ve Türkiye Yüzyılı hedefleri, elbette hepimizin sahip çıkıp gerçeğe dönüştürmek için çalışacağımız milli bir vizyon hamlesidir.
Eğitimden kültüre, sanattan spora, ulaştırmadan sağlığa, sanayiden teknolojiye, adaletten asayişe, savunmadan bilime, ekonomiden ticarete, turizmden alt yapı yatırımlarına, kısacası hayatın ve ülkenin her alanında yeni yüzyılın ruhuna müzahir atılımlarla dünyada muhkem bir mevkii kazanacağımıza inanıyorum.
Çağın gereklerine milli ve yerel tedbirlerle ayak uyduracağımızı, kökümüzden ve milli kimliğimizden kopmadan dördüncü ve beşinci endüstri devrimlerini pas geçmeyeceğimizi düşünüyorum.
Önceki yüzyılı kaybetmiş olsak da, yeni yüzyılı Allah’ın izniyle kaybetmeyeceğiz ve tarihin gerisinde kalmayacağız.
Bunu sağlayabilmek için milli eğitim emin olunuz en büyük kozumuz ve güvencemizdir.
Değerler anarşisine sahne olan dünyada maddiyat düzeyinin yükselişi aynı oranda maneviyata yansımamaktadır.
Doğal olarak maddiyat birikimi ile maneviyat boşluğu arasındaki uçurum ahlak krizlerini tetiklemektedir.
Huzursuz, umutsuz, ufuksuz ve memnuniyetsiz kitleler psikolojik rahatsızlıkların ve sapkın eğilimlerin pençesindedir.
İsveç’in Malmö kentinde 25 ülkenin katıldığı ve 68’incisi yapılan 2024 yılı Eurovision şarkı yarışması insanlığın nasıl bir tehditle yüz yüze kaldığını fazla söze gerek bırakmadan belgelemiştir.
Bu arada İsrailli şarkıcıya itirazlar yoğun olsa da, sonuç alınamamıştır.
Sanattan daha çok siyasi içerikli bahse konu yarışmanın ahlaki çöküş propagandasına dönüşmesi, erkekle kadın arasında kalmış üçüncü bir türün tedavüle çıkması kokuşmuşluğun boyutlarını göstermesi bakımından ibret levhası olmuştur.
Marjinalliğin dozajı korkunç düzeylerdedir.
Batı’nın çürüyen toplum ve kültür yapısı adeta sahne almıştır.
Birinci olan İsviçreli erkek sanatçının tüylü ceket, bol makyaj ve pembe saten etekle yarışmada boy göstermesi utanç verici bir yozlaşmanın teyidinden başka bir şey de değildir.
Eğer bunun adına çağdaşlık deniyorsa, biz de diyoruz ki, batsın böyle bir çağdaşlık anlayışı.
Eğer bunun adına modernlik deniyorsa, üstüne basa basa biz de söylüyoruz ki, olmaz olsun böylesi bir modernlik anlatım ve algısı.
Biz çağdaşlığı ve modernliği kültürel erimenin ve ruhsal bunalımın çorak sahasında değil, kendi özümüzde, kendi değer yargılarımızda arayıp bulacağımızı, yeni yüzyılda da bunu cümle alemeispat edeceğimizi kararlılıkla belirtmek istiyorum.
Ahlaki ölçülerimize bağlanarak, kendimiz kalarak, medeniyet değerlerimizi müdafaa ederek, aile yapımızı koruyarak, hülasa hem Türk hem de Müslüman olarak bu yüzyılın tertemiz sayfalarına İ’la-yı Kelimetullah’ı yazacağız, Kızılelma destanını kahramanca haykıracağız.
Yeter ki milletimize güvenelim, yeter ki milli birlik ve beraberliğimize leke düşürmeyelim.
Milli Eğitim Bakanlığı marifetince hazırlanan “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli”ni yeni yüzyılın milli eğitim çatısı olarak değerlendiriyor, samimiyetle destekliyoruz.
Mesnetsiz eleştirilerin iyi niyetten yoksun olduğu kanaatindeyiz.
Modelde; “Bir ayağı geçmişte duran eğitimin diğer ayağının insanlık geleceğine ufuklar açan kapı” olarak vurgulanmasının neresi yanlıştır?
“Milli ve manevi değerler manzumesi ile maddi gelişmenin zirvesini hedefleyen yolculukta temelin değişmeyen milletimiz” olduğuna dönük tesptinsakıncalı bir yanı var mıdır?
Öğrenci profili, beceriler çerçevesi, erdem-değer-eylem modeli, sistem okuryazarlığı, alana ait bilgi kümeleri bileşenlerinden oluşan bütüncül bir modelin hazırlanmasından neden rahatsızlık duyulmaktadır?
Beden ve ruh üzerine kurulan bir modele canlı ceset gibi ortalıkta dolaşanlar dışında itiraz edenlerin tutar dalı veya haklı eleştirileri söz konusu mudur?
Sağlıklı, iradeli, sorgulayıcı, üretken, bilge, cesaretli, merhametli, vatansever, ahlaklı ve estetik değerlerle bütünleşmiş nesillerin varlığından ürkenlerin ve karalamak için kuyruğa girenlerin asıl amacı nedir?
Maarif kelimesine takılmış olan zevatın ne dediğinin bir anlamı yoktur, niyet halistir, hedef parlaktır, milli eğitimin milli geleceğimizi inşa etmesi başlıca temennimdir.
Milli Eğitim Bakanımızı ve söz konusu modelin hazırlığında emeği geçen herkesi kutluyor, başarılar diliyorum.
Ümit ederim ki, yeni yüzyılda atanamayan tek bir öğretmen kalmasın, bu dram artık sonlansın.
Türkiye Büyük Millet Meclisi gündemine gelecek Öğretmenlik Meslek Kanununda yapılacak değişiklik teklifini de yürekten destekleyeceğiz.
Son örneği Eyüpsultan’da yaşanan, bir okul müdürümüzün katledildiği elim hadiseyi ve öğretmenlerimize yönelik her neviden şiddeti lanetliyor, faillere tutuksuz yargılama yerine doğrudan tutuklama tedbirinin uygulanacak olmasını da son derece adil, isabetli ve yerinde görüyoruz.
Değerli Milletvekilleri,
Küresel iklim değişiklikleri sebebiyle dünyanın pek çok bölgesindeki yerleşim yerleri ve tarım arazileri aşırı yağış ve su taşkınlarından zarar görmüştür.
Afganistan’ın Bağlan vilayeti başta olmak üzere, ABD, Brezilya ve Nijerya’da yüzlerce insan hayatını kaybetmiş, yüzbinlerce insan felaketlerden etkilenmiştir.
Ülkemizde de sel ve su taşkınları zaman zaman görülmekte, vatandaşlarımız can ve mal kaybına uğramaktadır.
Rahmetin yeryüzüne inmesi elbette bereket ve bolluk alametidir.
Fakat yağışların sürekli ve yoğun olması, özellikle havaların ısınmasıyla dolu yağışının da gözlemlenmesi başta tarım alanında olmak üzere ciddi sorunlara yol açmaktadır.
Bugün 14 Mayıs Dünya Çiftçiler Günü’dür.
Ortalama 50 günlük hasat mevsimiyle, 315 gün boyunca Türkiye’yi doyuran feragat sahibi, fedakârlık numunesi ve çalışkanlık abidesi çiftçilerimizin derdi derdimiz, sevinci sevincimizdir.
Çiftçi demek helal kazanç, alın teri ve emek demektir.
Çiftçi demek üreten ve hayatın zorluklarına direnen adanmış yürek demektir.
Sabahın erken saatlerinden akşamın geç saatlerine kadar ekmeğinin peşinde olan çiftçi kardeşlerimizin yüzünün gülmesi, ceplerine para girmesi, muhannete muhtaç düşmemeleri hedefimizdir.
Toprağında çift süren, umutla biçerdöverin tarlasına gelmesini bekleyen, sabırla çaresizliklere direnen çiftçilerimize ne versek, ne yapsak yetersizdir.
Tarımsal üretimdeki girdi fiyatlarının yüksekliğine bağlı sorunların gün geçtikçe büyümesi köylülerimizin, çiftçilerimizin başlıca şikâyetidir.
Bir litre mazotun satış fiyatının yaklaşık yüzde 38’inin vergilerden oluştuğu göz önüne alındığında, tarımsal üretimin sürdürülmesinin ve sorunun köklü çözümünün tarımda kullanılan mazottaki ÖTV ve KDV’nin kaldırılmasına bağlı olduğu da görülecektir.
Bizi doyuran çiftçilerimizin doyması için ÖTV ve KDV sorununa neşter vurulmalıdır.
Tarımsal üretimin bir diğer önemli girdisi de kimyasal gübredir.
Gübre hammaddesinin yüzde 90’dan fazlası ithal edilmektedir.
Kimyasal gübre fiyatındaki artışının temel nedenleri arasında döviz kurundaki oynaklıklar ve dünya piyasalarına tesir eden gerilimler yer almaktadır.
Dün açıklanan “Kamuda Tasarruf ve Verimlilik Paketi”yle eşzamanlı olarak, Türkiye ekonomisinde düzelme yaşandıkça, enflasyon canavarının boğazı sıkıldıkça ve döviz piyasalarında hedeflenen istikrar sağlandıkça bundan çiftçilerimiz de kazançlı çıkacak, onlar da rahata ve feraha ulaşacaktır.
2024 yılı bütçesinde tarım kesimine verilecek destek yüzde 44,4 artırılmış ve 91,5 milyar liraya çıkarılmıştır.
Bu önemli bir gelişmedir.
Buna rağmen çiftçilerimize verilen gübre ve mazot desteğinin bütçe imkanları dahilindeyükseltilmesi dileğimizdir.
Çünkü tarım sektörü stratejik bir sektördür, salgın döneminde bu gerçek çok daha iyi anlaşılmıştır.
Şunu da herkes bilmelidir ki, çiftçilerimizi aracıya, vurguncuya, tefeciye, komisyoncuya asla ezdirmeyeceğiz.
Üretimle perakende satış arasındaki farklılıkları en aza çekmek için elimizden geleni yapacağız.
Terk edilen köylerin, çobansız bırakılan sürülerin, dökülen gözyaşlarının, tükenen umutların ve haciz kıskacında olanların umudu Milliyetçi Hareket Partisi ve Cumhur İttifakı’dır.
Her şart altında çiftçi kardeşlerimizin arkasında olacağımızı ve onlara elimizi uzatacağımızı ifade ediyor, ülkemizin her yöresinde bin bir emekle hayat mücadelesi veren çiftçilerimizin ‘Çiftçiler Günü’nü” kutluyor, en derin sevgi ve selamlarımı gönderiyorum.
Muhterem Arkadaşlarım,
Her birinizin, belki birkaç münferit hadise dışında, bu sabah Meclis’e emniyet ve esenlik içinde intikal ettiği düşüncesindeyim.
Çok şükür evinizden dışarı adımınızı attığınız andan itibaren yolunuzu kapatan olmadı, hürriyetinize ket vuran olmadı, kısa veya uzun mesafeli seyahatinizi engelleyen de çıkmadı.
Kaldı ki, hür ve bağımsız bir ülkede aksini düşünmenin söz konusu dahi edilmeyeceğini hepiniz takdir edersiniz.
Şimdi Mütareke yılları İstanbul’una gidip merhum ve muhterem bir mebusun yaşadığı travmalara yine kendi kaleminden dökülen müteessir anıları vasıtasıyla kulak verelim ve nereden nereye geldiğimizi, hangi badirelerden geçtiğimizi vicdan terazimizde hep birlikte tartalım:
“1920 yılı Martının 16’ıncı günü Çamlıca’daki evimden Meclis’e gitmek için çıktım.
Sokakta yabancı askerler vardı.
Kapının karşısındaki arsaya yirmi, belki de otuz kadar makineli tüfek konmuştu.
Bunları getiren katırlar da bir yanda duruyorlardı.
Kısıklı’ya doğru gitmek istedim. Önüme biri çıktı. Türkçe, ‘Yasak gidemezsiniz!’ dedi. Bu genç adamın şivesinden Ermeni olduğunu anladım.
Yolumdan geri döndüm. Küçük Çamlıca tarafına gitmek istedim. Biraz ileride yokuşun başında karşıma yine biri çıktı.
Bu defa Rum şivesiyle ve Türkçe olarak; ‘Yasaktır!’ dedi.
‘Mebusum. Vazife başına gitmeye mecburum’ dedim. Adam; ‘Yasaktır! Gidemezsiniz’ dedi. Eve geri döndüm.
Bahçeden bahçeye, duvarlardan atlayarak, bazen arka sokaklardan giderek, yaya olarak Üsküdar’a indim. Her taraf tenha idi. Şemsi Paşa’ya kadar gittim.
Limandaki yabancı harp gemilerini seyrettim. Toplarını İstanbul’un üstüne çevirmişlerdi.
Zavallı İstanbul’un hüznü içime çöktü, yüreğim yanmaya başladı.
Bu acı içinde ruhumun derinliklerinden sesler duyuyordum.
Bu yazdıklarımı okuyan Türk çocukları, inanın bizi yıkan devletlerin bu korkunç silahlarının karşısında duyduklarım korku duyguları değildi.
Bu silahların sahiplerinin ve onların elinde alet olan bizim fena idarenin şerrinden Türklüğü kurtarmaya çalışmak için kanım bana yemin ettiriyordu. Bu sesler onlardı.
Şemsi Paşa’nın yıkık duvarlarının arkasında güzel İstanbul’un üç parçasına bakarak Allah’ıma ve Türk kanına söz verdim. Yüreğim yanıyordu.
Fakat ruhum sakinleşmişti. Üsküdar İskelesi’ne geri geldim.
Vapur işlemiyordu. Meclis’e gitmeye mecbur olduğumu söyleyerek beni karşıya geçirecek bir çare bulmalarını İskele memurlarından rica ettim.
Bayrak çektiler, bir motör geldi. İçinde genç bir subay vardı.
Beni aldı, Ortaköy’e çıkardı. Oradan Fındıklı’da Meclisi Mebusan’a gittim. Meclis’e gelmiş olan arkadaşların hepsi büyük bir keder içindeydi.”
Bu ibret verici ve hazin gerçekler; Son Osmanlı Mebusan Meclisi’nde Kastamonu Mebusu olarak görev alan devlet ve siyaset insanı merhum Yusuf Kemal Tengirşek’in “Vatan Hizmetinde” isimli hatıratında ayrıntısıyla yer almıştır.
16 Mart 1920’de İstanbul resmen işgal edilmişti.
Dev bir İmparatorluğun çöküş gürültüsü sadece bölgemizi ve hakimiyet havzalarımızı sallamakla kalmamış, esasen dünyanın tamamını her cihetten sarsmıştı.
Onuruna ve istiklaline düşkün bir millet canlı canlı mezara konmak isteniyordu.
Mondros Mütarekesi’nden İstanbul’un işgaline kadar geçen sürede var oluşla yok oluş arasında vahim olayların aynen bir film şeridi gibi tarih sahnesinden geçiş yaptığını özellikle ifade etmek lazımdır.
Bunlardan birisi de, Osmanlı hükümeti adına Damat Ferit, İngiliz hükümeti adına da Churchill arasında 12 Eylül 1919 tarihinde imzalanan, bağımsızlığın ve egemenliğin terki demek olan rezil anlaşmadır.
Bu kapsamda İngiliz mandası ve Boğazlarda İngiliz denetimi kabul edilecekti.
Bağımsız Kürdistan’ın kurulmasına karşı çıkılmayacak, milli direnişi bastırmak için de İngiltere’nin bir zabıta kuvveti oluşturması sağlanacaktı.
Gemi her yerinden su alıyor ve batması da an meselesi görülüyordu.
Manda ve himaye telkin ve tekliflerine Atatürk Nutuk’ta bakınız nasıl bir yorum getirmişti:
“Efendiler, bu durum karşısında bir tek karar vardı. O da millî hâkimiyete dayanan, kayıtsız şartsız, bağımsız yeni bir Türk devleti kurmak! İstiklâlden yoksun bir millet, medenî insanlık dünyası karşısında uşak olmak mevkiinden yüksek bir muameleye lâyık görülemez. Yabancı bir devletin korumasını kabul etmek, insanlık vasıflarından yoksunluğu, güçsüzlük ve miskinliği itiraftan başka bir şey değildir.”
Bu sözler Türk milletinin haysiyetinin, gururunun ve kabiliyetinin tercümesidir.
Esir yaşamayı reddeden bir iradenin parolası da belliydi, o da: “Ya İstiklal Ya Ölümdü.”
Bundan dolayıdır ki; Türk’ün istiklâline saldıranlar kim ya da kimler olursa olsun, onlara bütün milletçe karşı koymak ve onlarla çarpışmak gerekmişti.
Bugünlerde iç işgal cephesinde toplanıp aynı zamanda emniyet ve yargı içine yuvalanmış soysuz ve kripto çetelerin yeniden Türkiye üzerinde hesap yaptığı görülmektedir.
Bu kan içen vampirlerin aklını başına alması, etrafımızda iftira ve ihanet duvarı örmeye kalkışmalarının ağır sonuçları olacağını bilmeleri, akıbetleri için 15 Temmuz gecesine dikkatle bakmaları ikaz ve ihtarımdır.
Ayranımızı kabartmasınlar, sabrımızı taşırmasınlar.
Maşa kullanıp sütre gerisine saklananların hepsini takip ediyoruz.
Olan biten tüm kanun dışı irtibat ve ilişki ağlarının farkındayız.
Birkaç emniyet müdürünün açığa alınmasıyla geçiştirilemeyecek bir komplo devrededir, nitekim hedef Milliyetçi Hareket Partisi, AK Parti, Cumhur İttifakı ve son tahlilde Türkiye’dir.
17-25 emniyet ve yargı ortaklı darbe girişiminin tekrarını planlayanlara boyun eğersek boyumuz devrilsin, göz yumarsak gözümüz çıksın, eyvallah edersek de kanımız kurusun.
Gizli tanık ifadeleriyle şerefli isimleri karalama kumpasını ve tecelli eden millet iradesini gölgeleme arayışını himaye eden ve buna hizmetkarlık yapan kim varsa haindir, haşhaşidir, emniyet, yargı ve medya uzantılarının tepesine binilmelidir.
Bakalım temiz eller operasyonu nasıl oluyormuş, hepsine göstermek, hepsini yaka paça içeri tıkmak da hukuk devletinin varlık ve şeref konusudur.
Meclis gündemine gelecek olan 9’uncu yargı paketinde, casusluk suçu ilgili yeni düzenlemeden rahatsız olanlar çok iyi araştırılıp incelenmelidir.
Yurt içinden ve yurt dışından hain FETÖ’cülerin, onlara sözcülük yapan satılmış, devşirilmiş sözde gazetecilerin bedel ödemesi yakındır ve kaçınılmazdır.
Aziz Atatürk diyordu ki; “İnsaf ve merhamet dilenmek gibi bir ilke yoktur. Türk milleti ve Türkiye’nin gelecekteki çocukları, bunu bir an akıllarından çıkarmamalıdırlar.”
Biz de aklımızdan çıkarmıyoruz, çıkarmayacağız, mevzu bahis vatan, millet, devlet ve istiklal olunca gözümüzü daldan budaktan asla sakınmayacağız.
Tanin Gazetesi Başyazarı merhum MuhittinBirgen “İttihat ve Terakki’de On Sene” isimli hatıratında, sonraki nesillerin okuması ve adeta ders alması için şunları nakletmişti:
“Benim Merkezi Umumiye geldiğim gün İzzet Paşa kabinesinin üçüncü veya dördüncü günü idi. Bütün İttihat ve Terakki erkanı merkezdeydi.
Talat Paşa, içerde küçük bir odada bazı arkadaşlarla konuşuyordu…
Hülasa İttihat ve Terakki’nin son devrinde hep işbaşında bulunmuş kim varsa hepsi oradaydı… Herkeste derin bir vicdan murakabesi vardı. Herkes şu dört senenin faciasını kendi vicdanında hesaba çekmekle meşguldü.
İşte bu murakabeyi en derin manasıyla yapan Ziya Gökalp’ti.
Ziya Bey, diyorum, siz ne diyorsunuz?
O, derin bir uykudan uyanır gibi, gözlerini kaldırıyor; bana bakıyor, sonra bir başkası için hiçbir şey ifade etmeyen, fakat kendince bütün tarihi ifade eden bir söz olmak üzere, ağzından şu sözler dökülüyordu:
‘Her şey’, diyor; ‘milletin şuuruna bağlıdır. Eğer millette şuur teşekkül ettiyse her şey düzelir. Etmemişse bekleyeceğiz.’
Onun o dakikada en büyük derdi, siyaset, İttihat ve Terakki ve İttihatçıları bekleyen mukadderat değildi; bir hafta evveline gelinceye kadar etrafında pervane gibi dolaşıp da birkaç günden beri ayaklarını birer birer Merkezi Umumiden kesmiş olan müritlerini düşünüyordu.
Benim en ziyade canımı sıkan şey, diyor, şudur: İki günden beri kapımızın ipini çeken kalmadı. Fakat, diyor, millet elbette vefalıdır.”
Uzun sözün kısası, merhum fikir ve düşünce kuvvemiz Ziya Gökalp’in de isabetle temas ettiği gibi, teşekkül etmiş millet şuuru sayesinde Mustafa Kemal Paşa 19 Mayıs 1919’da Samsun’a ayak basmıştır.
Çünkü milli şuurun ışıkları bazen solsa da hiç sönmemiştir.
Merhum Hocamız Prof.Dr. İbrahim Kafesoğlu’nagöre, millet, tarihi bir oluştur ve onun teşekkülünde en büyük rolü milli şuur veya milliyet şuuru oynamaktadır.
Bu şuur milleti meydana getiren fertler arasındaki istiklâl duygusundan kaynaklanmakta ve istiklâl duygusunun temeli de Türk kültürünün içerisinde yatmaktadır.
Yani Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun stratejisi, milli tarih ve milli kültür hazinesinden mülhem bir Türk mucizesidir.
Hiç kuşkunuz olmasın ki, milli birliğin temeli milli şuurdur.
Mustafa Kemal Paşa’nın Türk milletine dayanarak başlattığı Kurtuluş Savaşı asırlar boyunca damıtılan Türklük şuurundan ilham, irade, itibar ve güç almıştır.
Bugün için ulaşılan sonuç, Mustafa Kemal Paşa’nın söylediği gibi, “asırlardan beri çekilen millî felaketlerin yarattığı uyanıklığın eseri ve bu aziz vatanın her köşesini sulayan kanların bedelidir.”
Ve Türkiye Cumhuriyeti’nin banisi gelinen bu sonucu; “Türk gençliğine” emanet etmiş, bu emaneti gençliğin ilelebet taşıyabilmesi için muhtaç olduğu kudreti damarlarında dolaşan asil kanda görmüştür.
Büyük Türk milletinin ve Türk gençliğinin bu hafta sonu karşılayacağımız 19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı’nı şimdiden kutluyorum.
105 yıl evvel Samsun’a çıkarak Türk tarihinin akışını değiştiren Gazi Mustafa Kemal Atatürk başta olmak üzere; Milli Mücadele kahramanlarımıza ve muhterem şehitlerimize Cenab-ı Allah’tan rahmetler diliyor, aziz hatıralarını hürmetle, minnetle ve şükranla anıyorum.
Hepinizi saygılarımla selamlıyor, başarılarla dolu bir hafta geçirmenizi temenni ediyorum.
Sağ olun, var olun, Cenab-ı Allah’a emanet olun diyorum.
Bir yanıt bırakın